Hasan yatağında sırtüstü̈ uzanmış̧ tavana bakıyordu; bu onun rutiniydi. Her gün sabah erkenden kalkar, sehpanın üstündeki lambayı yakıp, geceden yarım bıraktığı kitaptan birkaç sayfa okuyup tavanı seyre dalardı. Çok erken bir saat değildi fakat bulunduğu ülkenin mevsiminden dolayı dışarısı hâlâ karanlıktı.
Bir süre öyle kaldıktan sonra tekrar komodinin üstündeki kitabı alıp, birkaç sayfa okudu. Çabucak canı sıkıldı. Daha fazla okumak içinden gelmedi. Okuduğu kitabı açık bir şekilde göğsüne koydu. Gözlerini tekrar tavana dikti ve bütün ayrıntıları gözden geçirmeye başladı, ama tavan zaten en ince ayrıntılarına kadar beynine kazınmıştı. En çok lambanın asılması için tavana takılmış olan boş kancaya yoğunlaşıyordu bakışları ve düşünceleri. Kanca hep orada işlevsiz durmuş, hiç kullanılmamıştı. O da genelde başucundaki sehpada duran lambayı kullanıyor ve odayı aydınlatmak için o boş kancaya bir ampul takmayı hiç düşünmüyordu.
Bir keresinde kancadan kurtulmak için sökmeye yeltenmiş, fakat yerine sağlam monte edildiği için onu oradan söküp, atamamıştı. Yine gözü oradaydı. Derin bir iç çekti, “Bu sıkıcı hayat da nereye kadar?” dedi, kendi kendine. Düşünceleri onu almış, on yıl öncesine götürmüştü. Bu ülkeye gelişi, iltica başvurusu, dil öğrenirken karşılaştığı sorunlar... Her şey bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp geçiyordu. Aslında, bu soğuk ve karanlık kuzey ülkesine geldiği ilk günden beri hep kendi ülkesine geri dönme hayaliyle yaşamıştı. Fakat bu hayal de diğer birçok hayal gibiydi... Bir türlü kendi ülkesine dönmeyi başaramamıştı. Zaten bu hayal kırıklığından sonra bütün dikkatini dil öğrenmeye vermiş ve kısa zamanda göç ettiği ülkenin dilini öğrenmişti. Üstelik sadece dil öğrenmeyle kalmamış, orada üniversite eğitimi de almıştı. Şimdi gazetecilik yapamayan bir gazeteciydi ve üstelik bu karanlık kuzey ülkesinin vatandaşı olmayı da başarmıştı.
Bu süre içinde hep yarı zamanlı işlerde çalışmıştı. Aslında bu yarı zamanlı işlerin Hasan için bazı yararları da olmuştu. Böylece daha çok fotoğrafçılığa ve sinemaya zaman ayırabiliyordu. Fotoğrafçılık, sinema bir de yazarlık onun önü alınmaz gençlik hevesleriydi ve şimdi yeniden depreşmişti. Fakat bu heveslerini tatmin edecek hiçbir başarıyı henüz yakalayamamıştı. Birkaç kez fotoğraf sergisi açmış, ancak bu sergiler çok fazla ilgi görmemişti. Daha sonra başladığı uzun metrajlı bir film senaryosu da yarıda kalmıştı. Şimdi ise deneme ve öykü yazmaya karar vermişti ama yazdıklarına aldığı yorumlar hiç de iç açıcı değildi. Hayat onun için iyice anlamsız ve sıkıcı hale gelmişti.
Düşünmekten bunalınca, yataktan kalkıp banyoya geçti. Elini yüzünü yıkayıp kahvaltı yapmak için mutfağa girdi. Bu aralar hayatındaki en anlamlı şey kahve kokusuydu. Kahvaltı hazırlamaya başlamadan önce, mutlaka kahve makinesinin kapağını açardı. Böylece, kahve kokusu mutfağa yayılır, sonra bu mis kokuyu ciğerlerine çekerdi. Gene öyle yaptı. Gün içinde, düzenli bir şekilde havuza yüzmeye veya saunaya giderdi. Eğer bunlardan zaman kalırsa kütüphaneye gitmeyi ihmal etmez, mutlaka akşam evine bir şeyler okuyarak dönerdi. Akşamları ise genellikle bir film izler, birkaç sayfa kitap okuduktan sonra yatağına girer uyurdu. Hayatı uzun bir zamandır böyle geçiyordu. Mevsim sonbahardı. Sonbaharın son ayı. Bu mevsim, bu ay onun için dayanılmazdı. Her yer karanlığa gömülüyor, her şey karabasan gibi üstüne çöküyordu... Mutlaka hayatına heyecan katmalıydı. Ama nasıl?
***
Tatile çıkmayalı uzun zaman olmuştu. Birkaç günlük gidiş gelişleri sayılmazsa bu tekdüze döngünün dışına hiç çıkmamıştı. Sıcak ve güneşli bir yere gitmek istiyordu. Bir miktar birikmiş parası da vardı aslında, ama onu da bastırmayı planladığı kitap için saklıyordu. Gerçi henüz ortada bitmiş bir tek öyküsü bile yoktu. Gülümsedi, “Kitap için enerji ve ilham lazım” dedi. Kararlıydı, mutlaka içinde bulunduğu kasvetli ortamdan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmalıydı. Önce aklına Asya turu geldi. Daha önce arkadaşları gitmiş ve çok
beğenmişlerdi. Hem ucuz hem de doğası güzel ülkeleri kapsıyordu bu tur. “Orada fotoğraf çekerim” diye düşündü. Tatil fikri kafasında giderek netleştiriyordu. Hatta neredeyse karar vermişti, ama önce Paris’e gitmek istiyordu. Oraya gitmeyeli çok uzun zaman olmuştu ve Paris’i özlemişti. Bu özleme karşın Paris’te uzun kalmaya da niyetli değildi. “En fazla üç gün, oradan da başka yere geçerim” diye düşündü. Bu başka yer Asya ülkelerinden biri olabilirdi. Eğer şimdi karar vermezse, bir daha hiç gidemezdi.
Hiç zaman kaybetmeden hayatının ayrılmaz aksesuarlarından biri olan laptop bilgisayarının başına geçip ucuz bilet baktı. Bu mevsimde biletler gayet uygundu. Daha sonra otel fiyatlarına baktı. Lüks bir otel aramıyordu. Köhne bir yerde, uygun bir otel buldu. Hiç düşünmeden üç günlük rezervasyon yaptı. Uçak biletini kredi kartıyla ödedi. Uçağı akşam kalkıyordu. Bir an “Doğru mu yapıyorum?” diye düşündü. Ardından hemen kendisini bu düşünceden uzaklaştırdı. Bir kere bilet almış ve otel rezervasyonu yaptırmıştı. Artık geriye dönüş yoktu. Çantasını hazırlamaya koyuldu. Yanına çok faz- la bir şey almak istemiyordu. Birkaç parça mevsimlik giysi, iç çamaşır ve diş fırçasını da çantasına düzgünce yerleştirdi. Fotoğraf makinesini de çantaya koyduktan sonra her şey tamam gibiydi. Son anda pasaportu aklına geldi. Nedense en önemli şey, her zaman en son insanın aklına geliyordu!
Akşam uçağıyla Paris’e uçtu. Bu, Hasan için çok radikal bir karardı, karar verdiği gün yola çıkmıştı. Havalimanında iner inmez bir taksiye bindi. Taksici birkaç sokağa saptıktan sonra sanki aynı yerlerde birkaç tur attı. Hasan taksicinin kendisini dolandırmak istediğini düşündü. Müdahale etmek istedi. Sonra kendisini tuttu. Tatilin ilk saatlerinde bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Otel tenha bir yerdeydi. Taksinin ücretini ödeyip Fransızca “Merci” deyip teşekkür etti. Taksici sadece gülümsedi. Belli ki Fransız değildi. Aslında Cezayirlilere daha çok benziyordu.
Hasan çantasını alıp otele girdi. Resepsiyonda altmış yaşlarında, bıyıklı bir adam duruyordu. Gülümseyerek selam verdi. Adam çok kibarca karşılık verdi. O İngilizce konuşuyordu
ama adam Fransızca karşılık veriyordu. Pasaportunu uzattı. Adam dikkatlice baktı ve listede ismini gördü. Bir sorun yoktu. Tek sorun dil konusunda anlaşamamalarıydı. Adam belki de İngilizce biliyor ama konuşmuyordu. Sanki İngilizce ile Fransızcanın rekabeti söz konusuydu. Adam önde, Hasan ar- kasında ikinci kata çıktılar. Otel üç katlıydı. İkinci katın en başında, köşede küçük bir oda gösterdi. Odanın dekorasyonu eskiydi ama çok temiz ve ferah görünüyordu. Zaten topu topu üç gün kalacağı için çok önemsemedi bu ayrıntıları. Hasan bavulunu açtı. Duş ve el havlusunu banyoya asıp, fotoğraf makinesinin bataryasını şarja taktı. “Yarın sabah uğraşmayayım” diye söylendi. Odanın düzeni sağlandığına göre aşağıya inebilirdi. Resepsiyona inip, adama restoranı sordu. Adam eliyle restoranı işaret etti. Restoranda çok fazla seçenek yoktu. Hiç vakit kaybetmeden pizza siparişi verdi. Kısa bir süre sonra garson pizzayı getirip önüne koydu. Sadece açlığını gidermek için pizzadan birkaç dilim yiyip, dışarıya çıktı. Restoranın hemen sağ tarafında loş bir kafe bar dikkatini çekti. İçeri girip girmeme konusunda karasızdı, fakat ayakları onu kafeden içeri, duvarın kenarındaki boş bir masaya sürükledi. Oturur oturmaz garsonla göz göze geldiler. Şarap söyledi. Ortam oldukça sıcaktı. Bir duvarı limon sarısına, diğer bir duvarı ise deniz mavisine boyanmıştı. Duvarlarda birkaç tablo asılıydı. Dikkatli bakınca aralarında Picasso’nun çakma tablolarını gördü. Deniz mavisi diğer bir duvarda ise Salvador Dali’nin “Eriyen Saatler” tablosu asılıydı. Hasan, bu arada şarabını da yarılamıştı. Saatine baktı, orada çok oyalanmak istemiyordu. Sonra, kendi kendine mırıldandı, “Yaa tatildeyim. Ne acelem var, hem otele gidip ne yapacağım?” Yarılanmış şarap kadehini tekrar kaldırdı, “Kendime içiyorum,” deyip tek dikişte kadehteki şarabı bitirdi. Şarabın tadı güzeldi. “Ee ne de olsa Paris burası. Şarabı da kendisi kadar güzel olur,” dedi. Bir kadeh daha istedi.
Hasan üçüncü kadehini yarıladığı bir sırada, başını kaldı- rıp Salvador Dali’nin “Eriyen Saatler” tablosuna uzun uzun baktı. Sonra aklına Dali’nin, Franco’yu desteklediği geldi. Nasıl olur da bu kadar büyük bir sanat dehası, insanlık düş- manı bir diktatörü destekler? diye düşündü. Kadehini eline alıp, önce Dali’ye, sonra sözünü geri alıp “Yok yok, Picasso’ya!” diyerek ayağa kalktı. Hafiften sendeliyordu. Aslında tam kıvamında hissediyordu kendisini. Gülümsedi, “Galiba Dali beni çarptı,” dedi. Aslında onu dinleyen, duyan kimse yoktu. Kendi sohbetini beğenmeyip, otelin yolunu tuttu. Birkaç dakika sonra oteldeydi. İçeri girdiğinde, resepsiyondaki adam kısık sesle televizyon izliyordu. Bir yandan da elindeki derginin sayfalarını çeviriyordu. Hasan başıyla onu selamladıktan sonra oyalanmadan odasına çıktı. Odanın büyük bir penceresi vardı. Eski ve ahşap bir pencereydi. Perdeyi kenara çekip pencereyi açtı. İçeriye rüzgârla birlikte soğuk bir hava doldu. Dışarısı çok güzel görünüyordu. Işıkların pırıltısı insanın gözlerini kamaştırıyordu. Bir süre dışarıdan gelen havayı soludu. “Oh be! Ne iyi ettim de geldim,” dedi; sanki yanındaki birine söylüyormuşçasına. Üstünü çıkarıp elbiselerini dolaba astıktan sonra hemen yatağına uzandı. Bu sefer baktığı tavan bambaşkaydı.
Gözüne daha estetik ve hoş göründü. Kocaman, yuvarlak bir tavan aydınlatması asılıydı. Bir süre tavanda ilgisini çekecek bir şey aradıktan sonra yanında getirdiği kitabı eline aldı. Birkaç sayfa çevirdikten sonra uykusu geldi. Kitabı başucundaki sehpanın üzerine bıraktı. Odanın ışığını söndürüp uykuya daldı.
Hasan tatilde de erken kalkma alışkanlığını bozmadı. Uyanır uyanmaz hemen yatağından kalkıp duş aldı. Tıraş oldu, bu aradığı yeni gün olabilirdi. Otelde çok fazla zaman kaybetmeden, lobiye indi. Sağa sola bakındıktan sonra kafeye doğru yöneldi. Girdiği kafe küçük bir yerdi fakat insanın içini ferahlatan bir havası vardı. Fransız peynirli, domatesli bir sandviç ve kahve alıp, cam kenarındaki masaya oturdu. Bu keyifli kahvaltından sonra kendisini dışarı attı. Dışarıda hava serin ama güneşliydi. Buna sevindi. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar güzel bir güneşle karşılaşıyordu. Gerçi, bu güneşli havanın her an değişme ihtimali vardı ama bu ihtimalin gerçekleşmesi bile onun soğuk kasabasından çok iyiydi. Bir an önce kendisini Paris’in tarihi sokaklarına atmak istiyordu. “Nereden başlasam?” diye düşündü. Aklına Notre Dame Katedrali geldi. Canı hiç iç mekânları gezmek istemiyordu. Dışarıda olmak daha iyiydi. Hemen kararını değiştirdi ve kendisini gelişigüzel sokaklara ve geniş caddelere bıraktı. Her köşe başında durup uzun uzun baktı. Kendini Seine Nehri’nin üstünde buldu. Durup suyun dingin halini izledi. Bu atmosfer ruhuna iyi geliyordu, huzurluydu. Peş peşe derin nefes alıp verdi. Nehrin üstünden geçen kayıkları izledi. Bildiği kadarıyla nehrin üzerinde otuz yedi köprü vardı. Hiç olmazsa birkaç tanesini o gün görmek istiyordu. Kendisini nehrin huzurlu sükûnetinin akıntısına bırakarak yürüdü.
Görmesi gereken ne çok yer vardı. Uzunca bir süre yürüdükten sonra Champs-Elysees Caddesi’ne vardı. Gözüne çarpan her şeyi, detaylı bir şeklide inceliyor ve bundan çok keyif alıyordu. İlginç bulduğu şeylerin fotoğraflarını çekti. Gerçi o gün onun için ilginç olmayan hiçbir şey yoktu ki! Her şeyin fotoğrafını çekseydi, bir gün değil, beş gün bile ona yetmezdi. Böyle düşünürken kendisini bir anda dikilitaşın önünde buldu. Sağ elini gözlerine siper ederek, dikilitaşa uzun uzun baktı... Yol üstünde bulunan butiklere, mağazalara, kafelere göz ucuyla bakıp geçti. Bütün bu yürüyüş onu yormuş ve acıktırmıştı. Birkaç yere girip çıktıktan sonra aradığı gibi bir yer buldu; sakin ve sessiz. Yemek menüsünden yiyeceğini seçti ve yanında bir kadeh şarap rica etti. Garson hemen şarabını getirdi. Hasan o gün de kadehini kendisi için kaldırdı ve gülümsedi. “Bayağı bencil olmuşum” dedi, kendi kendine. İki gündür kendisine içiyordu. Şarabının yarısını daha yemek gelmeden içmişti bile, geri kalanını da yemekle beraber içti. Yemek ve şarap oldukça güzeldi. İstediği kahve önüne konduğunda etrafı inceliyor ve Paris’ten sonra nereye gideceğini düşünüyordu.
Nereye gitmek istediğini bilmiyordu aslında, tek bildiği yaşadığı ülkeye geri dönmek istemediğiydi. Evi aklına geldi. Her gün yaptığı sıradan işleri düşündü. İçi daraldı ve yerinden kalkıp, kendisini dışarı attı. Sokaktan sokağa girip çıktığı bir anda Eyfel Kulesi’nin tepesini bir binanın üstünde yükselirken gördü. Daha önce birkaç kez Eyfel Kulesi'ni gezmişti. “Tekrar görmeliyim,” dedi. Bu kez sadece adet yerini bulsun istiyordu. Binaların arasından geçerken birkaç yerde durup, oradan geçenlerden yolu sorduktan sonra; nihayetinde kendisini o kocaman demir yığınının dibinde buldu. Vakit akşama doğruydu ve kulenin ışıkları henüz yanmıyordu. Belki de bu yüzden Eyfel gözüne kötü göründü. Etrafta çeşit çeşit insan vardı. Türlü türlü hareketlerle selfi çekiniyorlardı. İlgisini en çok da insanların kulenin dibinde poz vermek için sergiledikleri ilginç hareketler çekti.
Hasan elini hiç fotoğraf makinesine atmadı. O an canı hiç orada fotoğraf çekmek istemiyordu. Başını kaldırıp bir süre kulenin tepesine baktı. Çok fazla oyalanmadan karşı tarafa geçti. Seine Nehri’yle tekrar buluşup birbirlerini selamladılar. Hasan eğilip nehre bakarken, birden bir gürültü koptu. Etrafta sağa sola koşuşturan insanları gördü. Olup bitene çok fazla anlam veremeyen Hasan, biraz dikkatlice bakınca, polisin Afrika kökenli gençleri kovaladığını gördü. Polisten kaçan gençler orada Eyfel Kulesi’nin anahtarlıklarını satıyorlardı. Hasan kendi kendine, “Demek ki polis her yerde aynı,” diye düşündü. Yere birkaç anahtarlık savrulmuştu. Toplayıp ileride bekleyen sahiplerine geri verdi.
Orada çok beklemeden hızlıca yürümeyi tercih etti. Yolda bir üst geçitte biriken insanları fark edip, yaklaştı. İnsanlar Lady Diana’nın trafik kazası geçirdiği yeri görmek için oradaydılar. Aklına, onun ölümünden sonra yapılan komplo teorileri geldi. Sağ tarafında Diana için küçük bir anıt yapılmıştı. Nedenini kendisi de bilmiyordu ama Leydi Diana’yı anması gerektiğini düşündü; anıtın önüne gidip durdu ve kısa bir saygı duruşunda bulunduktan sonra otelinin yolunu tuttu. Çok yorulmuştu. Bir an evvel bir şeyler atıştırıp, dinlenmek istiyordu. Öyle de yaptı. Oteline geldiğinde resepsiyondaki aynı görevliyle karşılaştı. Adam elinde bir dergiyle yine kısık sesle televizyon izliyordu. Hasan adama selam verip merdivenlere doğru yürüdü. Merdiveni çıkarken, “Benim hayatımdan hiçbir farkı yok,” diyerek, adamın hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu düşündü.
Odası toparlanmış, yatak da düzeltilmişti. Sevindi, uzun bir zamandan sonra ilk kez biri onun yatağını düzeltmişti. Pencereyi açtı. İçeriye sert bir hava girdi ama o yine de dışarıda parlayan ışıkları izlemek istedi. Sonra pencereyi kapatıp üstünü
çıkardı. Karşısına geçip kendisini izlediği otel aynası, evinin aynasından farklıydı; fakat ikisi de onu olduğu gibi gösterebiliyorlardı. Aynada görünen yalnız bir adamdı... Evdeki aynada kendine baktığında çoğu zaman kendinden ürküyordu. Ama bu sefer öyle olmadı. Aynada uzun uzun kendisine baktı. Günden güne sakallarındaki beyazlar artıyordu. Hayatın doğal akışına karşı koymak gibi bir niyeti yoktu; şüphesiz, ama bu gidişattan mutlu olmadığını çok iyi biliyordu.
Bu düşüncelerinden uzaklaşmak için kitabını eline aldı. Yatağının üstündeki iki yastığı başının altına koyup, hızlıca kitabın sayfalarına daldı. Bu bildiği en kolay kaçış yoluydu. Bir süre hızlıca koşup zihnini temizledikten sonra, okuduğu son sayfanın ucunu katlayıp, kitabı başucundaki sehpaya koydu. Uyumak ona iyi gelecekti...
O gece rüyasında çocukluk arkadaşı Ahmet’i gördü. Ahmet’in babası inşaat işçisiydi ve sürekli İstanbul’a gidip çalışıyor, uzun süre evine gelmiyordu. Bir gün köye, Ahmet’in babasının inşaattan düştüğü haberi geldi. Nasıl olduğunu kimse tam olarak bilmiyordu. Yaşıyor muydu, yoksa ölmüş müydü? Köydeki akrabaları olayı duyar duymaz İstanbul’a gittiler. Ahmet’in babası bir süre yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etti. O günden sonra Ahmet, uzun bir süre okula gelmedi. Geldiğinde ise hiç kimseyle konuşmadı. Kısa bir süre sonra da genç yaşta dul kalan annesini küçük amcasıyla evlendirdiler. Sonra okulu bıraktı, o da tıpkı babası gibi inşaatlarda çalışmaya başladı... Ama tüm bu kötü anılara rağmen Hasan’ın rüyası Ahmet’in çocukluğuyla ilgili değildi. Her ne kadar sonraki yıllarda hiç karşılaşmamış olsalar da, Hasan, Ahmet’in büyümüş halini rüyasında görmüştü. Rüyada da çok yakın arkadaştılar ve Ahmet kendisinden tatil için ayırdığı parayı borç olarak istiyordu. Hasan ise parayı tatili için ayırdığını ve veremeyeceğini söylüyordu. Hasan, bu garip rüyayı gördüğü uykudan korkunç bir vicdan azabıyla uyandı.
Uyandığında gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı. Son zamanlarda böyle rüyaları çok sık görüyordu. Bunu yalnız oluşuna bağlıyordu. Daha önce hiç rüya görmezken, şimdi olur olmaz rüyalar görüyordu. Bunları düşünürken gözü gene tavana takıldı. Rüyada da olsa, ona para vermediği için kendisini suçladı. “Keşke verseydim. Ne kadar bencilmişim!” dedi kendi kendine. “Belki Ahmet’in ihtiyacı tatilimden daha önemliydi,” diye söylendi ve kalkıp banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadıktan sonra üstünü giyinip, aşağıya indi. Kahve kokusu her tarafı sarmıştı. Tezgâha yanaşıp bir sandviç, yanında da bir kahve aldı. Gidip boş bir masada oturdu, sandviçini yarıladığında, dün de aynı şeyi yediğini hatırlayınca gülümsedi. “Bu alışkanlıklar burada da yakamı bırakmayacak,” diye mırıldandı. Canı dışarıda keyif kahvesi içmek istiyordu. Fotoğraf makinesini de alarak kendisini Paris’in sokaklarına attı.
İlk durağı Louvre Müzesi olacaktı. Bütün gün bu müzeyi gezmeyi düşünürken, köşe başında gördüğü ilk güzel kafeden içeri girdi. Tezgâhta güler yüzlü, genç bir kadın duruyordu. Garsondan bir espresso rica etti. Kadın kahve fincanını masaya bırakırken, Hasan da ücretini ödeyip, kahvesini alıp pencerenin dibine oturdu. Bir yandan dışarıyı izlerken bir yandan da keyifle kahvesini yudumladı. Kahvesini bitirir bitirmez kendisini tekrar sokağa attı, yürüyerek müzenin önüne vardı. Müzenin önündeki uzun insan kuyruğunu görünce ufak bir şaşkınlık yaşadı. O da herkes gibi kuyruğa girip kalabalığa karıştı. Bu kadar insanı bir arada görmeyeli uzun bir süre olmuştu. Kuyruk ilerleyip, müzenin girişine vardığında, daha önceki gelişinden farklı bir manzarayla karşılaştı. Bu sefer güvenlik önlemleri her zamankinden daha yoğundu. O da herkes gibi, üstü başı arandıktan sonra içeriye girebildi. Antik Yunan eserleri bölümüne çok hızlı bir şekilde bakıp geçti. Daha önce iki kez gezmişti bu bölümü. Bir an önce Mezopotamya’ya ait tarihi eserleri görmek istiyordu. O eserlerin bulunduğu bölüme yöneldi. Orası sanki ona aitti. Kendisini oraya ait hissediyordu. O bölümün kapısına vardığında adımlarını yavaşlattı. Üstünü başını düzeltip kendisine çekidüzen verdi. Bir anda duraksayıp, bu haline gülümsedi. Ama buna rağmen ciddiyetinden ödün vermeden, her şeyi çok detaylı inceledi. Baktıklarına tekrar tekrar dönüp baktı. Ne yoktu ki... Sümerlere, Asurlara ve Akadlara ait yüzlerce görkemli eser... Özellikle Asur Kralı II. Sargon’un sarayının giriş kapısında duran devasa insan başlı, kanatlı öküz heykeli ona çok görkemli gelmişti. Bu şaşkınlık içinde, “Vay be, adamlara bak! Bu devasa tarihi eserleri buraya nasıl getirebilmişler? Bunları buraya getirene kadar ne zorluklar çekmişlerdir,” diye söylendi. Şaşkınlığını kendisiyle paylaşırken uzaktan bir çift gözün kendisini izlediğini hissetti.
Hasan’ın şimdi karşısında durduğu tarihi eserler de tıpkı onun gibi mülteciydi. Ama Hasan, “Olsun, bunlar bizim topraklarda kalsaydı şimdi hepsi toprağa karışmış, yok olup gitmişti. Hiç olmazsa bir nebze de olsa burada güvendeler,” diye düşünerek kendisini teselli etti. Avrupa’ya akın akın gelen mültecilerin tarihi eserleri; bu kadar büyük ilgi ve rağbet görüyorken, kimse onların yüzünü bile görmek istemiyordu. Hatta bir yolunu bulup denizleri yararak gelenlerin büyük kısmını geldikleri “cehennem”lere geri gönderiyorlardı. Fakat onlara ait tarihi eserleri görmek için dünyanın her tarafından binlerce insan, akın akın gelip saatlerce kuyrukta bekliyordu. Hasan aklındaki bu düşüncelerle birlikte müzede dolaşmaya devam etti. Oradan hiç çıkmak istemiyordu. Artık görülmedik bir şey kalmadı, diye düşünürken kendisine benzeyen birkaç kişinin kuytu bir yerde toplanmış olduğunu gördü. Merak edip onlara doğru yürüdü. Duvarda, camlı bir çerçevenin içinde, parçalanmış ama parçaları bir araya getirilmiş Zerdüşt’ün sembolünü gördü. Hasan’ın da Zerdüşt’e ilgisi vardı. Biraz daha yakınlaştı. Sembol parçalanmış taşlardan oluşuyordu. Parçalar özenle bir araya getirilmiş; duvardaki cam bir bölmenin içinde sergileniyordu. Hasan uzun uzun Zerdüşt’e bakarken aklına Zerdüşt’ün “Tanrı öldü,” sözü geldi. Zerdüşt’e hak verdi. Tanrı’yı insanlar öldürmüştü... “Bunca kötülüğün sebebi vicdanlarının körelmesidir,” diye söylendi.
Daha önce nerede okuduğunu hatırlayamadığı Zerdüşt ile bir keşişin diyaloğu aklına geldi. “Zerdüşt on yıl ormanda kalıp hakikate erdikten sonra, hakikati ve doğruyu insanlara anlatmak için ormandan çıkınca bir keşişle karşılaşmış. Keşişle hoşbeş ettikten sonra, keşiş sormuş:
“Hayırdır nereye?”
Zerdüşt: “İnsanlara doğruyu ve hakikati anlatmaya gidiyorum,” Keşiş itiraz etmiş. “Boş ver, kimse dinlemez seni.” Keşiş bakmış ki Zerdüşt çok kararlı.
“Gitmene gerek yok. Zaten Tanrı her şeyi anlatıyor ve gerek gördüğünde mucizeler gönderiyor. Senin hakikati anlatmana gerek yok,” demiş.
Zerdüşt yoluna devam ederek, “Şu zavallı keşişe bak” demiş. “Henüz Tanrı’nın öldüğünden haberi yok.”
Hasan sembolü incelerken, aynı zamanda Zerdüşt ve keşişin görüntüsü zihninde canlandı. Bir ara, başını sağa çevirdiğinde kendisi gibi meraklı birini daha gördü. Esmer bir kadındı. Aynı hizada duruyorlardı. Kadının başı tam onun omuz hizasındaydı. Hafif tombul biriydi. İkisi de sanki birbirlerinin gitmesini bekliyorlardı. Hasan tekrar ona doğru başını çevirince göz göze geldiler. İkisi de gülümseyerek selamlaştı. Hasan dayanamayıp Zerdüşt ile ilgili ne düşündüğünü sordu. Kadın İranlı ve Zerdüşt’ün hayranı olduğunu söyledi. Hasan, İranlıların Zerdüşt’e olan merakını biliyordu. Kadını daha fazla rahatsız etmemek için “İyi günler” dileyerek yoluna devam etti. Son durağı “Mona Lisa” tablosuydu. Kendi kendine, “Mona Lisa Abla’nın bir çayını içmeden gitmek ayıp olur,” diye söylendi Şimdi de muzip bir ruh haline bürünmüştü. Mona Lisa’ya giderken yol üzerinde Leonardo da Vinci’nin tablosuyla ile karşılaştı ve onu da saygıyla selamladı. “Leonardo kendi iç dünyasına çekilmiş, kimseyle oralı olmuyor,” diye mırıldandı bu kez. Bunca kalabalığın içinde o da kendisi gibi “yalnızlık” içinde kıvranıp duruyor gibi gelmişti ona. O sırada müzedeki herkesin aynı yöne doğru ilerlediğini fark etti. Demek ki herkes onun gibi Mona Lisa’nın misafiri olmak istiyordu. Mona Lisa tablosu sergilendiği büyük salonun içinde küçücük kalmış, o vakur duruşuyla herkese içten tebessüm ediyordu. Ev sahibi olmak kolay değildi. Her gün onca insanı ağırlamak sabır işiydi. Hasan kalabalığı biraz daha yararak yakınlaşmak istedi ama bu mümkün değildi. Çin ve Japon turistler her yerde olduğu gibi, olur olmaz fotoğraf çekme merakındaydılar gene. Hasan bir boşluk bulup kıpırdamadan durdu. Mona Lisa’yı daha iyi görebilmek için parmak uçlarının üstünde yükseldi. İtiş kakıştan sonra topuklarını yere basmak istediği anda birinin ayağına bastığını fark etti. Ufak bir çığlık duydu. Hemen geri dönüp özür dilediği anda şaşırdı. Az önce Zerdüşt sembolünün önünde duran kadının ayağına basmıştı. Hasan bundan oldukça utanmıştı. Kadın, Hasan’ı hatırladı ve onun hassasiyetini fark edince gülümseyerek, “Yok bir şey, geçti,” dedi. Hasan gerçekten de çok mahcuptu ve zorlanarak yürüdüğünü fark ettiği kadını yalnız bırakmak istemiyordu. Birlikte yürümeye başladılar. Hasan kadına yardımcı olmak istiyordu ama daha adını bile bilmediği bir kadının koluna girmek pek hoş olmazdı. Yan yana yürüyerek Mona Lisa’nın bulunduğu salondan çıktılar.
Şimdi bulundukları yer nispeten biraz daha sakindi. Hasan kendisini tanıttı. Kadın da adının “Arya” olduğunu söyledi. Arya ismi Hasan’a çok yabancı gelmiyordu. “En azından söylenmesi kolay bir isim,” diye düşündü. Gerçi zor olsa ne olacak? En fazla müzenin çıkışına kadar birlikte yürüyeceklerdi. Ondan sonra herkes kendi yoluna giderdi. Yine de Arya ismi Hasan’ın hoşuna gitmişti. Aslında Arya için de “Hasan” ismi çok tanıdıktı. Her ne kadar “İmam Hasan” bu sefer imdadına yetişmeyip, ayağına basmış olsa da “Hasan” ismi onun için kutsal bile sayılabilirdi. Aradan bayağı zaman geçmesine rağmen hâlâ yan yanaydılar ve ilginç buldukları tabloları birbirlerine göstererek çıkışa doğru yol alıyorlardı. Arya artık ayağının üstüne basabiliyordu. Müzenin dışı da içi gibi çok kalabalıktı. İkisi de oldukça yorulmuşlardı. Arya, kendisine eşlik ettiği için Hasan’a teşekkür etti. Hasan da bir kez daha üzgün olduğunu dile getirirken, tüm cesaretini toplayıp Arya’ya birlikte bir kahve içmeyi teklif etti. Arya da hiç itiraz etmeden Hasan’ın teklifini kabul etti. Biraz yürüdükten sonra karşılarına çıkan ilk kafede oturdular. Arya çok fazla konuşkan biri değildi, sadece arada bir soru sorup susuyordu. Birbirlerine, memleketlerini anlattılar. Arya’nın babası Kirmanşahlı, annesi Tahranlıydı. Çocukluğunun bir kısmı Kirmanşah’ta geçmiş, sonra Tahran’a yerleşmişlerdi. İran her zaman Hasan’ın ilgisini çeken bir ülkeydi; özellikle de sineması. Kirmanşah’ı da ayrıca merak ediyordu. Oradaki çok kültürlülük merakını cezbediyordu. Arya tarih bölümü mezunuydu. Tahran’da bir müzede çalışıyordu.
Az konuşan biri olmasına rağmen Arya’nın sohbeti güzeldi ve Arya’nın mesleği de Hasan’ın ilgisini çekmişti. Tarih konusunda çok şey bilmese de, ilgi alanları arasındaydı. Bu arada o da kendisini bölük pürçük te olsa anlatmış; başladığı hiçbir işi bitiremediğini de açıklıkla söylemişti. Nedense Arya’ya karşı her yanıyla açık ve yalın davranmak istiyordu. Arya da en çok fotoğraf konusunu sevmiş, fotoğrafçılıkla ilgili ufak tefek yorumlarda da bulunmuştu. Aslında ikisi de bitmesini istemedikleri bu kahve sohbetinin eninde sonunda bitecek olmasından dolayı tedirgindiler. Sonunda Arya bu tedirginliği bitirecek hamleyi yaparak; akşam yemeğini beraber yemeyi teklif etti. Böylece daha uzun sohbet edebilirlerdi. Çabucak saati ve yeri ayarlayıp, ayrıldılar. Hasan birkaç adım attıktan sonra, arkasına dönüp Arya’ya baktı. Arya’nın da ona baktığını görünce gülümseyip birbirlerine el salladılar. Hasan’ın içine bir sevinç doldu.
Oteline nasıl vardığını anlayamadı. Bu kez resepsiyondaki aynı adamı daha bir sevinçle selamladı. Adam ise eski havasındaydı; aynı resmiyetle karşılık verdi. Hasan kendi kendine “Bu Avrupalılar da tuhaf insanlar,” diyerek, odasına girdi. Ayakkabılarını çıkarıp yatağına uzandı. Ruh hali nasıl olursa olsun, yatağa uzandığında gözleri hep tavanda olurdu. Böylelikle bunu bir kez daha test etmiş oluyordu. Sonuç gene aynıydı... Ama bir farkla, bu kez Arya’nın yüzünü hayal etmişti. Bir süre öylece kalıp düşüncelere daldı. Akşamki yemeği düşündü, evini hatırladı. Evinden ve yalnızlığından uzaklaşalı henüz üç gün bile olmamıştı. “yalnızlık...” Bu kavram onun kâbusu gibiydi. Şimdi bunu düşünecek zaman değildi. Belki de Arya bu kâbusun sonu olabilirdi... Daha buluşma saatlerine epey zaman vardı. “Bir saat uyuyup, dinleneyim” diyerek uyudu.
Bir saat çok çabuk geçmişti. Gözlerini açtığı anda aklına daha önce rüyasında gördüğü çocukluk arkadaşı Ahmet geldi. “Keşke rüyada da olsa, Ahmet’e parayı verseydim. Acaba ne tür bir sıkıntısı var ki, rüyama girdi?” diye düşündü. Hasan ortaokula başladığında Ahmet’in amcası, evini almış batıya taşınmıştı. O günden sonra da bir daha Ahmet’le hiç karşılaşmamışlardı. İşe bak ki yıllar sonra Ahmet onu Paris’te rüyasında bulmuş, üstelik bir de borç para istemişti. Mutlaka bir yolunu bulup Ahmet’ten haber almalıydı... Tatil bitiminde onu arayıp bulmaya karar verdi. Hem onu bulmak çok zor olmamalıydı.
Bu konuyu kendi kafasında çözdüğüne göre şimdi Arya ile randevusuna geç kalmamak için hazırlanmaya başlamalıydı. Önce banyoya gidip aynaya yaklaştı. Yüzünü yakından inceledi. Sakallarının günden güne beyazladığını bir kez daha gördü. Çok sık tıraş olmayı sevmiyordu ama Arya ile buluşmaya kirli sakalla gidemezdi. Tıraştan sonra yanında getirdiği iki temiz gömlekten mavi olanı giydi. Aynanın karşısına geçtiğinde kararını değiştirip vişneçürüğü gömleğini giymeye karar verdi. Sonra tekrar aynanın karşısına geçip kendisine baktı; suratı gülümsüyordu. “Sanki görücüye çıkıyorum,” dedi. “Daha birbirimizi tanımıyoruz bile. Hem belki Arya’nın erkek arkadaşı vardır?” diyerek tamamladı kendini. Ama yok! Parmağında yüzük yoktu. Buna özellikle dikkat etmişti. Gene de her ihtimale karşı temkinli olmak istiyordu. Üstüne ceketini giyinip hızlı adımlarla otelden çıktı. Randevulaştıkları yere vardığında, Arya henüz ortalıkta görünmüyordu. Bir süre bekledi. Saatine baktı. Biraz erken mi gelmişti ne? Olumsuz düşüncelere kapıldı. Ya gelmezse? Neden gelmesin ki? Hem kendisi teklif etmişti. Mutlaka bir işi çıkmış olmalıydı?
Hava çok soğuk değildi, hafif esiyordu. Caddenin karşı tarafına baktı. Arya hızlı adımlarla kendisine doğru geliyordu. Birkaç adım kala, geciktiği için özür diledi. Hiç sorun değildi. Birbirlerine sarıldılar. Arya’nın sıktığı parfüm, esintinin etkisiyle etrafa çok hoş bir koku yaymıştı. Birlikte yürümeye başladılar. Arada da birbirlerini kaçamak bakışlarla süzüyorlardı. Birkaç restoranın önünden geçtiler. Hem yemek yiyip hem de geç saatlere kadar oturup sohbet edebilecekleri bir yer bakınıyorlardı. Bir iki yere bakıp kararsız kaldıktan sonra Hasan kararı Arya’ya bıraktı. Sonunda bir yer bulup içeriye girdiklerinde, mekân ikisinin de hoşuna gitti. İkisi de açtı ama çok acele etmiyorlardı. Yemek öncesi birer kadeh şarap içip, ondan sonra yemeğe başlamak istiyorlardı. Menüye bakıp bir şarap seçtiler. Şarabı getiren kadın garson, hanginiz tadına bakacaksınız, dercesine bekliyordu. Birbirlerine baktılar. İkisi de tadına bakmak istiyordu. Kadın garson tatmaları için birer yudum şarap ikram etti. İkisi de aynı anda kadehlerini göz hizasına kadar kaldırıp hafifçe salladıktan sonra, kadehi burunlarına götürüp, şarabın kokusunu derin derin içlerine çektiler yarım yudum aldıktan sonra birbirlerinin gözlerine bakarak şarabın tadının güzel olduğunu onayladılar. Ve seremoni böylece tamamlanmış oldu. Bu vesileyle ilk kez bu kadar uzun uzadıya bakıştıklarını fark ederek tebessüm ettiler. Bu durum her ikisinin de hoşuna gitti. Garson kadın da tebessümlerine eşlik ederek, kadehlerini doldurup, şişeyi yavaşça masaya bıraktı. Yemek siparişini sonraya bıraktılar. İkisi de, “Önce güzel günlere! Sonra kendimize!” diyerek kadeh kaldırdı. Arya şarabını yudumlarken, bir anda Hasan’a “Hayırdır, seni buralara getiren nedir?” diye sordu. Hasan bu ani soru karşısında gülüp; “yalnızlık” dedi. Arya da güldü, “Bütün yalnızlıklar böyle olsun,” diyerek.
Anlaşılan ikisi de yalnızlıktan kendisini oraya atmışlardı. Etraflarını gittikçe daraltan yalnızlık çemberini kırıp, ruhlarını sıkıştıran atmosferden kurtulmak istemişlerdi. Hasan için durum kesin böyleydi. Arya’nın da mahzun bir yanı vardı. Hasan yaşadığı ülkeyi uzun uzun anlattı. Beyaz geceleri, yazları güneşin çok az battığını, gece yarısına kadar havanın aydınlık olduğunu ama sonbahardan itibaren karanlığın karabasan gibi her tarafa çöktüğünü... Ve tabii ki, kışları yağan karı ve her tarafın nasıl buz kesildiğini de. Buz sözcüğü geçince Arya hafiften irkildi. Sonra gülerek, “Nasıl donmamışsınız?” diye sordu. Hasan yaptığı işleri de anlattı. Gerçi daha önce de anlatmıştı aynı şeyleri ama bu kadar detaylı değil. Arya onun yaptığı işlere ilgi duydu. “Fotoğraf, sinema bunlar güzel şeyler,” dedi. Hasan kendini anlatmaya biraz ara verip bu kez o sordu Arya’ ya: “Siz nelerle meşgulsünüz?” Arya doğduğu şehri anlattı. Kirmanşah’ın ne kadar güzel olduğunu ve bir sürü farklı inançların bir arada nasıl yaşadığını, tarihi olaylarla süsleyerek anlattı. İkisi de topraklarını çok seviyorlardı ve belki de bu yüzden buradaydılar. O sırada Hasan, “Yemek siparişi verelim mi?” diye sordu. Birlikte menüye bakıp karar verdiler. Sürekli birbirlerini izliyorlardı. Arya güldü, “Biliyor musun? Ben seni ilk Zerdüşt’ün orada gördüğümde tanışmak istemiştim fakat çok kalabalıktı. Bir de rahatsız etmeyeyim dedim.” Bunun üzerine Hasan da güldü. “Eğer orada tanışmış olsaydık ayağına da basmazdım,” dedi.
Arya, “Bundan sonra nereye gitmeyi düşünüyorsun?” diye sordu. Hasan’ın kafasında çok belirgin bir şey yoktu ama Asya turu yapmak istediğini söyledi. Bu fikir Arya’nın da hoşuna gitti.
“Peki, hep böyle plansız, programsız mı tatil yapıyorsun?”
“Bu seferlik çok ani oldu. Sanki biraz daha bekleseydim, o karanlık ve soğuk ülkeden bir daha çıkamayacakmışım gibi geldi bana. Hemen hayatıma yeni bir şeyler katılsın, bir değişiklik olsun istedim. Uzun zamandır çok rutin bir hayat yaşıyorum. Bu beni çok sıkmıştı.”
“Hepimizin hayatında öyle sıkıntılı dönemler oluyor. Bak iyi ki böyle oldu, yoksa beni rüyanda bile göremezdin. Ama bundan sonra artık rüyanda da görebilirsin.”
Gülüştüler her ikisi de bu söze.
Arya, Paris’ten sonra Endülüs’e bilet almıştı. İki gün sonra gidecekti. Endülüs deyince Hasan’ın hoşuna gitti. Keşke birlikte gidebilseydik, dedi kendi kendine.
Arya, “Ee, eğer Asya konusunda kararlı değilsen, gel birlikte gidelim Endülüs’e. Hem ben de yalnız kalmaktan kurtulurum,” dedi. Bu fikir Hasan’ın kulağına tatlı bir melodi gibi geldi. O sırada yemekler yenmiş, şarapları da yarılanmıştı. Birer kadeh daha doldurdular. Zaman ilerlemiş, sohbetleri de koyulaşmıştı. Sonunda Endülüs konusunda anlaştılar. Konu dönüp dolaşıp İran sinemasına gelmişti. Hasan, İran sinemasını çok seviyordu. Abbas Kiaarostemi onun favori yönetmeniydi. Arya daha çok Asghar Ferhadi’yi tutuyordu. Majid Majidi’yi de andılar. Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi filmleri üzerine konuştular. Arya, “Birini unuttuk,” dedi: Bahman Ghobadi’yi,
Hasan güldü:
“O bizim.”
“O bizim derken?”
“O Kürt yönetmen.”
Bu Arya’nın hoşuna gitti. Kendisinin de baba tarafı Kürttü.
Hasan, “Hani İran sinemasıyla tanınıyor ya? Ondan dedim,” diye düzeltti.
Vakit ilerleyip, kadehler boşaldıkça yeni yeni planlar kuruyorlardı; Mardin’e, oradan Hasankeyf’e, oradan da Van’a gideceklerdi. Arya, Hasan’ı Kirmanşah’a davet etti.
Hasan, “Çok isterim ama biliyorsun bu çok zor. İran, Avrupa pasaportlu olanlara pek iyi davranmıyor,” dedi.
Arya esprili bir şekilde, “Sen farklısın! Avrupa pasaportu taşısan bile adın Hasan. Sana iyi davranırlar,” dedi.
Hasan güldü, “Evet ama imam değilim,” dedi. Güldüler.
Bir ara kendilerini müziğin etkisine kaptırarak kalkıp dans ettiler. Zaman ilerlemiş, çok geç olmuştu ama yine de ayrılmak istemiyorlardı. Birbirlerine bakıp isteksizce kalkmaya karar verdiler. Son kez kadehlerini kaldırıp, “hayallerimize,” dediler. Hasan, Arya’nın ceketini tutup giyinmesine yardımcı oldu. Arya da, Hasan’ın koluna girdi. Birlikte yürüdüler. Biraz yürüdükten sonra, birbirlerine sarılıp öpüştüler. Sonra tekrar yollarına devam ettiler. Bir anda Arya’nın kaldığı otelin kapısına varmışlardı. Arya, Hasan’ın elinden tutmuş hiç bırakmıyordu. Birlikte içeriye girdiler.
Sabah Hasan gözünü açtığında Arya’nın yüzü ona dönüktü. Onu izliyordu. İkisi de yarı çıplak yüzüstü yatmıştı. Arya, Hasan’ın uyandığını görünce ona sokuldu. Hasan pozisyonunu değiştirip sırtüstü döndü. Arya, başını Hasan’ın omuzuna koydu. Hasan’ın yüzü tavana doğruydu. Bu odanın tavanı kendi odasının tavanına çok benziyordu. Hasan şaşırdı. O arada telefonunun çaldığını fark etti ama açmaya niyeti yoktu. Hem, Arya’nın rahatsız olmasını da istemiyordu. Ama telefon hiç durmadan, sürekli çaldı.
Arya’nın sesini duydu: “Telefonun çalıyor.” Hasan gene oralı olmadı. Arya biraz daha yüksek sesle: “Hasan kalk, telefonun çalıyor!”
Bunu söylerken bir yandan da Hasan’ı yavaşça sarstı. Hasan o sarsıntı ile bir anda gözlerini açtı. Başını yana çevirdi. Hafif bir şok yaşadı. Yatakta tek başınaydı. Arya diye biri yoktu. Sağına soluna baktı. Yoktu. Gözlerini tavana çevirdi. İlk gözüne çarpan şey o boş demir halkaydı. Kendi odasındaydı.
Hasan gördüğü düşten uyanmış, gene yalnızlığıyla baş başa kalmıştı. Telefonu ise hâlâ ısrarla çalmaya devam ediyordu.
Roni Kaya
Uzun bir öykü; okunmaya değer.