“Yaşadığı şehrin yolunu kaybettim,” dedi. Ama bir şehrin yolu kaybedilmez, unutulurdu. Oysa kendisi karşılıksız bir aşkın pençesine düşmüş, benliğini kaybetmişti. Üç yıl içinde asla yapmam dediği ne varsa yapmış, karıştırmayacağı ne halt varsa karıştırmış, yemeyeceği ne halt varsa yemişti. Freni patlak bir arabanın yokuş aşağı gidişi gibi geçen bu üç senenin sonunda, annesinin cenazesinden üç gün sonra, mevlit için gelenleri uğurlarken hafifçe kulağıma doğru eğilip bu cümleyi fısıldamıştı bana.
Aşkın'la biz liseden beri birlikteyiz. Yani yaklaşık yirmi sene. Bu yirmi senede artık ailelerimizden daha çok ailesi olduk birbirimizin. Her şeyi paylaştık. Varlığı, yokluğu, acıyı, zevki, hayallerimizi, umutlarımızı, aşklarımızı... Ben daha platonik girmiştim bu işlere. Ufak ufak severdim, ufak ufak yaşardım içimde aşkı. Olmayacağını anlayınca fırtınalar kopardı içimde ama ufak ufak yaşardım acımı. Aşkın daha tehlikeli yaşardı her şeyi. Daha her çiçekten balcı, daha tenselciydi. Ama onun son sürat giden arabasının tekerinin bir gün patlayacağını, birinin ona gerçek aşkı ve acıyı tattıracağını bilirdim. Hatta bilmekten de öte, içten içe öyle olsun isterdim sanki. Ama tahminlerimin çok daha ilerisi oldu, arabasının tekeri yerine freni patladı. Bu durum onu annesinin cenazesine bir misafir gibi üçüncü gün gelme noktasına -belki de uçurumuna- kadar getirdi. Meursault’nun Yazgı'sı onun da hayata yabancılaşmasına neden olmuştu. Annesiyle iki senedir görüşmüyorlardı. Ona dair pek de ümitvar olmayan haberleri benden alıyordu. Benimle de son bir senedir bir iki kere ancak görüşmüştü. En son görüşmemiz üç gün önce Netice Teyze'nin vefat haberini verdiğim zaman gerçekleşti.
Netice teyze, eşi Muhlis amcayı elim bir trafik kazası sonucu kaybetmişti. Yaklaşık yirmi senesi oldu rahmetlinin. İyi adamdı; dengeli, samimi, müşfik bir insandı. O ölünce Netice teyze ergenliğe yeni girmiş, her şeye isyan eden, her gün kavga gürültüyle okuldan eve dönen Aşkın'la kalakaldı. O sene biz liseye yeni geçmiştik, aynı sınıftaydık. Bizi, aynı yöne giden minibüslere bindiren kader, okulda tatsız bir hadise sonucunda birbirimize bağladı. Kendisiyle ufak bir sürtüşmemiz olmuş, bazı fiziki temaslar yaşamıştık. Bu hadise sonunda benim sadece tercihen sessiz bir insan olduğumu anlayan Aşkın, bana farklı bir gözle bakmaya başladı. Çok geçmeden durağa beraber yürür olduk. Her gün okuldan çıkıp köşeyi döndüğümüzde hemen sağımızda kalan büfeden soslu mısır alırdık. Bu soslu mısırı bitirene dek durağa varmış olur, bu sırada da sohbet ederdik. Sohbetlerimiz, Aşkın'ın sürüklediği ergen muhabbetleri çerçevesinde gelişir, tüm hayatımıza açılırdı. Bugünden dönüp bakınca aslında birçok şeyden konuşmuş, hayatı parodileştirmişiz. İkimiz de o sıralar reklamcı olmak istiyorduk, böylece kendimizce sloganlar bulur, reklam metinleri yazar, kendimize uydurduğumuz uzun öyküler anlatırdık. Bu öykü anlatma işini bazen başkalarının yanında da yapar, içten içe eğlenirdik insanlarla. Hatta bir gün simitçi bir çocuğa gizli polis olduğumuzdan bahsetmiş, çocuğu bu hikâyeye inandırmıştık. Çocuk bizden ayrılırken saygılar amirim demişti. Bu arada ikimiz de Fenerbahçeliydik ve Alex'e hayrandık. Derslerde yan yana oturduğumuz için sessizce ideal Fenerbahçe on birini bulmaya çalışırdık. Bunu yaparken bazı yabancı futbolculara Türkçe isimler uydururduk. Alex'e yerel ağızla Ali İksan ismini bulmuştu Aşkın. Ben de Anelka'ya Anıl Kar'ı uygun görmüştüm. Bu isimlerle kurduğumuz kadroları, bizimkilerin telefon defteri olarak kullandığı sert karton kapaklı yeşil ajandaya yazıyorduk. O kadrolar ve benim tükenmez kalemle çizdiğim futbolcu resimleri hala o ajandada durur. Daha aşk nedir bilmeden aşka dair yazdığım arabesk şarkılar da mevcuttur onda. Hatta bu ajanda bizimkilerin evinde saklı durur, iyi ki de öyle durur.
“Ah! Geceleyin ateşlerde yandım,
Buz tutum gündüzleri.
Bir çift yeşil göz uğruna
Ben bu hallere düşecek adam mıydım?”
Bak şimdi, yazar sızdırıyor size bu arabesk dizeleri, ben unutmak istiyorum oysa onları. Aşka dair söylenecek hiçbir sözün âşık olmadan söylendiğinde hiçbir ehemmiyeti yoktur. Âşık olunca da söylenecek her söz tarafsızlığını yitirir, sözün şirazesi kayar.
Siz onun bu söylediklerine kulak asmayın, kendisi bu bahsi geçen şiirini gitar çalmayı bilen oda arkadaşına zorla besteletmeye çalışmıştır üniversite zamanı sevgili okuyucu.
Aşk hakkında söyleyecek çok sözümüz yoktu belki o sıralar ama aşka temas ettiğimiz zamanlar olurdu. Bunları Aşkın, garip bir sinir harbiyle karşılar, önlerinde oturduğumuz kızlara hayatı zindan ederdi. Sonrasındaysa bu kızlar hakkında daha tensel muhabbetler açmak ister, buna da ben müsade etmezdim. Çünkü aynı temaslara, hatta komplimanlara ben de maruz kalır, bunları birer iyi niyet nişanesi olarak görürdüm. Esas niyetlerini anlamazdım. Daha doğrusu anlayamazdım. Aklımız bir karış havada, ya PlayStation atar ya FIFA oynar ya da iddia peşinde koşardık. Bir de Fenerbahçe'yi takip ederdik işte. Mutluluk için bize bunlar yeter de artardı bile. Hoş, mutluluk vesilesi olarak aşkı gören arkadaşlarımız vardı sınıfımızda ama onlar da mutluluk yüzü göremezlerdi bir türlü.
İşte tam bu sıralarda öldü Muhlis amca. Daha tam uzamamıştı tırnaklarımız hayata pençelerimizi geçirmek için. Bir bakıştan utanır, bir sözden gücenir olurduk daha. Sonra gider babamızın gölgesinde uyuturduk aşkın duygularımızı. Hala kahramanlarımızdı babalarımız, hayrandık onlara. Baba bir dağdı, aşılması gereken bir dağdı. Bunu içten içe bilirdik ama o zamanlar cesaret edemezdik o dağı aşmaya. Aşkın o dağı hiçbir zaman aşamadı, böylece hep çocuk kaldı sanki. O acı günden sonra da tüm kadınlara karşı daha hırçın, daha acımasız oldu. Babasının ölümünden dolayı içinde biriken acıyı onlardan çıkarıyordu. Bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum ben. Bu arada annesine karşı iyice saygısızlaşmış, ondan giderek uzaklaşmıştı. Annesi, yaklaşık on yıl önce olası bir Oidipus kompleksine konu olmaktan çıkmış -mı?-, bir anda Aşkın için bir Medea'ya dönüşmüştü. Daha doğrusu Aşkın zavallı kadını öyle görmeye başladı. Hâlbuki kadının ağzı var dili yoktu. Zaten kocasının ölümüyle dünyası başına yıkılan, çocuğu için kocasının evinde, onun ailesiyle kalmayı kabullenen kadın bir de Aşkın'ın bazen umursamaz ve bazen de düşmanca tavırlarına maruz kalıyordu. Hayata tutunacağı tek dalı kalmış olan kadın, o dalın kendisine bigâne kalışına kocasının acısından daha çok üzülüyordu. Artık Aşkın, sorun çıkaran, kavga eden, dersleriyle iyi olan arasını kötü eden bir çocuktu. Onun bu değişimi annesini olduğu kadar beni de etkiliyordu. Erkek kız ayırmadan herkesle ağız dalaşına giriyor, kavgaya tutuşuyordu. Böyle durumlarda ben arada kalıyordum her seferinde. Aşkın’ın kendini düşürdüğü bazen yüz kızartıcı, bazen fazlasıyla çetrefilli hallerden onu çekip çıkarmak görevi de bana düşüyordu. Haddizatında benim Aşkın'a göre sınıfta bir ağırlığım vardı. Çok konuşmaz, etliye sütlüye karışmaz, yeri geldiğinde de elimden geldiğince hakkını verirdim herkesin. Sözgelimi ekmek çıktı oynarken arkadaşların derdi sürekli onu ezmek olur, ben de o ezilmesin diye var gücümle uğraşırdım. Aşkın'a karambol yapılacağı zaman engellemeye çalışır, daha da olmadı karambole maruz kaldığında işin tadı kaçmadan onu cebren çekip çıkarır, bu uğurda bazen ben de araya giderdim. Bana karşı tahammül sınırları daha yukarılarda olduğundan beni çabuk bırakırlardı. Aşkın tabii ki rahat duramaz, bu sefer de işi kızlarla kavga etmeye kadar vardırırdı. Neredeyse her gün kızlarla tartışıyor, aralarından bazılarıyla ağız dalaşına giriyordu. Kızlar artık Aşkın'dan yaka silkmiş, öğretmenlere her gün onu şikâyet ediyorlardı. İşte Aşkın'ın lise dönemi bu tür taşkınlıklar ve önünde aşabileceği bir dağ olmayışının verdiği fütursuz bir başıboşlukla geçmişti.
Lise bittikten sonra ikimiz de üniversiteyi kazanamadık, sistem değişmişti, bu değişiklik bizi hazırlıksız yakalamıştı. Birçok arkadaşımız gibi dershaneye yazılmıştık ama ayrı dershanelere düşmüştük. Bu dönemde de hafta sonları görüşüyor, muhabbetimizi devam ettiriyorduk. Ama o değişik insanlarla takılıyordu artık. Bu değişik insanlar onu değiştirmişti sanki. Muhabbetlerimizin tavsadığını hissediyordum. Bir yıl böyle kopmayla direnme arası bir gerilimle geçmişti. Sonra üniversiteyi kazandık. Gemi iyice azıya alan Aşkın artık kadınlara olan kinini, hıncını tensel zevklerin ardına sığınarak kusuyordu. Hiçbir kızla doğru düzgün bir gönül birlikteliği kurmuyor, nerede akşam orada sabah, pusulasız bir gemi gibi oradan oraya savruluyor, rüzgâr nereden eserse oraya gidiyordu. O üniversiteyi bir doğu ilinde okuyordu, bense bir batı ilinde okuyordum. Ama bir senteze varamıyor, arkadaşlığımıza eklektik bir köprü kuramıyorduk onunla. Çünkü artık eskisi kadar sık göremiyorduk birbirimizi ve telefonla konuşmak da o zamanlar bu kadar revaçta değildi, olsa bile cepte para yoktu. Kontör alamadığımız için ailemizle bile konuşamadığımız zamanlar oluyordu. Bu sebeple tatil zamanları görüşüp hasret gideriyorduk ancak. Her tatil zamanı Aşkın bana daha bir yabancı geliyor, içindeki soslu mısır yiyip durağa kadar sohbet ederek yürüdüğümüz Aşkın’ı unutmuş oluyordu sanki. Arkadaşlığımız bir köşesinden kibritle tutuşturulmuş, kavlayarak kıvrılmış ağaç kabukları gibi şekil değiştiriyordu.
Bu buluşmalarımız esnasında Aşkın, üniversitedeki kaçamaklarından bahsediyor, başka bir şey konuşmuyordu. Adeta hayatının amacını bulmuş, kendini bu amaca vakfetmişti. Neden doğru düzgün birini bulmuyorsun başkan, bu işin sonu nereye varacak, dediğimde bana da kendi hayat tarzını öğütlüyor, öyle yaşamadığım için beni bağnazlıkla suçluyor, söylediklerimi ciddiye almıyordu. Oysaki yaşadığı bu hayat onu hem sigaraya hem de alkole iyiden iyiye alıştırmış, sefil bir hayat yaşamasına sebep olmuştu. Üstüne saçma sapan insanlarla takılıp başını bir dolu belaya sokmuş, gecenin bir yarısı evinden alınmış, fakülte reislerinden biriyle kız meselesi yüzünden tersleşmiş, öte taraftan başkanlardan biri bunun peşine düşmüş, bir ay okula gidememişti. Şehrin kalesinin surları dibinde kaç kere ölümle tehdit edilmiş ama bu iştiyakında bana mısın dememişti.
“La oğlum, bunların hepsi harbiden kızlar yüzünden mi oluyor?”
“Tabii reis, ne sandın. Deldiriyorduk az daha postu.”
“Peki değer mi tüm bunlara başkan, ne gerek var?”
“Reis, değer mi bilmiyorum ama sanki bana üniversiteye kadar boşa yaşamışım da, üniversiteden sonra esas hayatım buymuş, onu bulmuşum gibi geliyor.”
“Lan bırak! Sen lise sona kadar gözlük takan kilolu bir çocuktun. Elin ayağın düzgün olduğu için hocalar hiçbir şey kondurmazlardı sana. Lise sonda gözlüğü çıkardın ama yine zayıf değildin. Sen gözlüğü bırakınca hayatı değişik görmeye başladın galiba? Tabii.”
“Gözlüğü bırakınca babam öldükten sonra içimde yaşadığım ne varsa dışa vurma ihtiyacı hissettim bir anda. Bana bir özgüven gelmişti. Lise sonda hatırlarsan kilo vermeye başlamıştım, on kilo verdim kral. Bak seninle aynı kilodayız şimdi. Kilo verince sanki üstümdeki yüklerden, beni bağlayan bağlardan kurtuldum. Kızlar bana artık düşmanca değil de farklı bakmaya başladılar. Ben de bunu kullanıyorum, sana da tavsiye ederim.”
“Bak Aşkın, sen benim yedi sekiz yıllık arkadaşımsın, bu gidişin hayra alamet değil. Ben sana kitap oku, şiir yaz, her şeyi içinde yaşa demiyorum. Normal ol la, normal. Bu kadar ekstrem yaşamaya ne gerek var. Yoksa bir gün duvara toslayacaksın ama artık tamir edebileceğin bir araban olmayacak.”
“Sen boş ver bunları reis, al bir sigara yakalım. Sen sanma ki ben sevmiyorum, benim içimde fırtınalar kopmuyor. Ama kimi sevsem şaftı kaymış oluyor çoktan.”
“Öyle olsun başkan.”
Her kış ve yaz tatillerinde üç aşağı beş yukarı bu minvalde konuşmalar geçerdi aramızda. Ben her buluşmamızda biraz daha yükümü tutmuş olur daha kabuğuma çekilmiş olarak yoklardım muhabbet bağının kapısını. Aşkın, her sene daha bir taşkın bir şekilde aynı kapıya yüklenip kirişi kırardı. Her sene ben daha usturuplu ve daha az insanla samimi olurken o aksine hep daha fazla ve gereksiz insanla samimi olur, masamızı bu insanların bugünden hatta o andan sonrasını düşünmeyen laflarıyla doldurturdu. Hâlbuki ikimiz yalnız kaldığımız zamanlarda sohbetimizi derinleştirir, onun bam teline dokunan birinin varlığını arardım. O benim bu uğraşımdan hep kaçmaya çalışırdı. Ama ben bu arayışımdan vazgeçmez, Aşkın'ı sürekli yoklardım. Araya araya buldum sonunda, karşıma Dilek çıktı. Dilek Tokatlıydı ve kızıl saçlıydı. Aşkın’ın başına gelen belaların hepsinin müsebbibi oydu. Yani en esaslı olanlarının diyelim. Aşkın, Dilek'e çok aşıktı, aşkını ona defalarca haykırmış ama ondan hiçbir zaman kesin bir karşılık alamamıştı. Daha doğrusu net bir cevap alamamıştı. Kız Aşkın'ın komplimanlarına türlü reveranslar yapıyor, bir şekilde onu yörüngesinde tutuyor, gel gelelim tipi, zihniyeti, fikri, izanı Aşkın'dan bin beter at hırsızlarından gönlünü alamıyordu. Dilek bir duraktan diğerine at hırsızı değiştirdikçe bıraktığı duraktaki at hırsızı Aşkın’a bela oluyordu. Bu böyle sürüp gitti, üniversite bittikten sonra kız memleketinde bir bankada iş buldu. Aşkın da onun peşinden yazılıp Tarım Kredi'de memur olarak Tokat'ın Niksar ilçesine atandı. Macera daha burada da feveranla devam etti. Tabii bu arada Aşkın, aşkın tarihini değişik tenlerde arar gibi daldan dala konuyor, insan bedenlerini turnusol kâğıdı yapıp Dilek'i bulmaya çalışıyordu. Dilek ise katalizör gibi Aşkın ne zaman biriyle kimyasal bir tepkimeye girecek olsa işin seyrini değiştiriyor, tepkimeye söz konusu olan kızın hayatını yerle bir edip Aşkın'ı kendine daha da âşık ediyor ama kendisi bu tepkimeden hiç etkilenmeden tekrar Aşkın'ın hayatından çıkıyordu. Bu durum dört sene öncesine kadar böyle devam etti. Dört sene önce ne mi oldu?
“Ne oldu oğlum, taziyede kulağıma eğilip bir şeyler söylüyordun, şehir mehir, kayıp mayıp... Hayırdır?”
“Yaşadığı şehrin yolunu kaybettim,” dedi. Oysa bir şehrin yolu kaybedilmez, unutulurdu. İnsanoğlu selden, depremden, salgından, ölümden kurtulur ama aşktan kurtulamazdı.
Rıdvan Şahin
Comments