top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Serap Üstün Kütahya- Kafes

“Dandini beyim hoppala paşam.”

“Niye ki baba, altı ay işsiz kaldım diye böyle mi oldum şimdi?”

Lafımı hiç sakınmadım. Nasılsa yarın bu konuşmanın başını da sonunu da hatırlamayacaktı. İşe çıkar gibi yine sabahın köründe çıkacaktım evden. Çoktan uyanıp kahvaltısını etmiş olacak, bana okula gidiyormuşum gibi Allahtan zihin açıklığı dileyecek, kravatımı sıkarak düzeltecekti. Peşimden çizgili pijamalarıyla, balkon korkuluğundan sokağa sarktığını görürsem aşağıdan avazım çıktığı kadar bağırarak sıkı sıkı tembihleyecek, sonra da her ihtimale karşı dönüp dış kapıyı üstünden kilitleyecektim. Bugün menemen yediğimizi, ölümünün üzerinden bir sene geçtiğinden annemin mezar taşını yaptırmaya karar verdiğimizi, evin temizliğine haftada bir kez birini almamız gerektiğini, pazar günlerinin banyo günü olduğunu, hepsini unutacaktı.   

Son iki yılda her şey çok hızlı ilerledi. Önce isimleri karıştırmasının üstünde hiç durmadım. Üç beş ahbabıyla vakit geçirirken böyle bir sorun gerçekten ne kadar önemli olabilirdi? Onlar da kendisi gibi asker emeklisiydi. Birlikteyken sofra başlarında memleketi kurtarır, ayrılarsa upuzun telefon konuşmalarında, dinleniyor şüphesiyle, yalnızca havadan sudan bahsetmeyi başarırlardı. Öyle alakasız şeyleri birinden diğerine atlayarak anlatırlardı ki. Babamı evin her yerinden net bir şekilde duyar, karşı tarafın cevaplarını da hoparlör açık olduğu için dinlerdim. Radyasyon yayıyor diye telefonu kulağına yapıştırmaz, ceplerinde taşımaz, yatarken de uzağında olması için salondaki fiskos masasının üstüne koyardı.

“İrfan, Özgür’ü işten çıkardılar, sorma. Gülten’den sonra toparlanamadı. Evde o da.” Sohbetlerinin konusu bazen de ben ve işsizliğimdi.

“Bu sene hep evdeydik, yazlığa geç geldik, ondan ilgilenemedik bahçeyle. Önümüzdeki yıl Mayıs der demez gelelim diyorum Nevval’e.” İrfan Amca muhtemelen telefonu kapatır kapatmaz benimle ilgili küçük ayrıntıyı unuturdu, hatta şimdiden umurunda değildi.

“Tamam, o zamana kadar iyi olur bir sorar soruşturursan, Fransızca çeviri yapıyor, artık ne olursa.”

“Tabii tabii.” Ezbere verdiği cevaplardan sorumlu değildi.

Diyaloglar az çok buna benzer şekilde ilerlerdi. Her ne kadar ‘dialogue’ Fransızcada karşılıklı konuşma demek olsa da onlar ahize uçlarında karşılıklı duruyormuş gibi görünse de birinin bahsettiği konuyla diğerinin anlattıkları arasında bağlantı kurmak için çaba sarf etmek gerekirdi.  Aslında ikisi de kendi içini dökerdi. İhtiyaçları olan buydu. Ertesi günlerde İrfan Amca babamı aradığında onun aklı hala yazlıkta, şehirden uzaklaşarak ne iyi yaptıklarındaydı.

“Çocuklar artık nerede bulsunlar da yesinler tazesini, iş güç belasına kısılıp kaldılar şehrin kapanına.”

“Keşke başka yolu olsa be İrfan. Garantisi de yok. Özgür iyi gidiyor derdi işleri için. Nereden bilecek ki çıkarmaya hazırlanıyorlarmış, küçülmeye gideceklermiş. Artık eski yayınevleri bile işleri istikrarlı sürdürmekte zorlanıyor demek ki. Söylersin tanıdıklara. Bu durumlar ancak el birliğiyle atlatılır.”

“Öyle.”

Konuşmanın bir yerinde birbirlerini tamam, tabii, öyle diye onayladıklarında gidişat değişiyor sanıp devamına kulak kabartırdım. Duyduğu ve gördüğü hiçbir şeyin değişmemesine şaşıramazken umudunu her şeye rağmen kaybetmeyengillerdendim.

Evdeki yaşlı insan, havasız kalmış sarı bez, yanık soğan ve Arko tıraş köpüğü kokuları rutubetten her köşesi kabarmış tavanın üstüne yapışmıştı. Pencerelerden giremeyen çocuk sesleri çerçevelerde asılı kalınca şiştikçe şişen ahşap, iki göz odayı temelli daraltmıştı. Yalnızlık özgürlüğünü çoktan ilan etmiş, gözle görülüp elle tutulmaktan öteye geçmişti. Meşe oymalı koltukların, kanser motifli dantellerin, sehpalardaki vazolara serpiştirilmiş yapma çiçeklerin, ahı gitmiş vahı kalmış ev terliklerinin, müzelik kabinli müzik setinin gözleri arasına hunharca sızmıştı.  

Nihan’ı haftalardır aramamıştım. Aramızda başlar gibi olan şey böylece başlayamadan bitmiş, geçmişteki kırık dökük, saçma sapan ilişkiler mezarlığında yerini almıştı. Gelişigüzel yaşanan bir geceye ilişki demek ne kadar kolay, oysa kendinden başkasına gerçekten ilişik olmak zordu. Bense aradığım anlamı bile çoğunlukla anlamsız buldum. Gelip geçsin istedim, bitip gitsin. Geriye bir şey kalmasın, dönüp bakmam için dürtükleyip huzursuz edecek hiçbir şey. İyiydim böyle. Kendime göre, kendime kadar. Kök salmak istemedim hiçbir eve, şehre, insana, güne.

Her pazar babamı banyo yaptırmaya ikna etmekle geçerdi. Ona göre yeni yıkandığı için gereksizdi.

“Ne gereği var her gün her gün?”

“…….”

“İstemiyorum diyorum sana! Kıyafetlerimi alıyor çıkarınca.”

“Kim alıyor baba?”

“Gündelikçi kadın olabilir.”

“Gelen yok ki temizliğe.”

“Kim o zaman, böyle geçip kurularak oturuyor ya şu pencere kenarındaki koltuğa, bütün gün sigara içiyor, daha doğrusu içmiyor sanki yiyor. Sinir oluyorum. Hele bir de göz devirmeleri yok mu, her fenalığın bekleneceği türden biri olduğu ortada.”

Kardeşimi anlatırdı. Apaçık oydu. Sesimi çıkarmazdım.

“Ne yiyeceğime de karışıyor. Kadın tam bir zırdeli. Allahtan sana şikâyet edeceğimi söyleyince bozuluyor, kalkıp kırıtarak gidiyor da rahat bir nefes alıyorum. Oh be!”

Babam her şeyi unutsa onu hatırlar zannettiğim kardeşime durumu ayrı izah etmek gerekirdi. Babamdaki değişimlere tahammül edemezdi.

“Bence gayet aklı başında, pişirdiğim güzelim kerevize hala burun kıvırdığına göre.”

“Sana terslik olsun diye yapıyor işte kızım, sen de anlamamış gibi.”

“Anlamıyorum abi evet anlayamıyorum oldu mu?”

Olmasa ne olacaktı ki. Onu yumuşatacak gücüm kalmadı. Benim için de durum her geçen gün zorlaştı.

“Özgür, şurada biriktirdiğim poşetleri sen mi aldın?

“Nerede baba? Hangi poşetler?”

“Ben de sana nerede diye soruyorum ya, ekmekliğin altına saklıyordum, yok! Bulmam lazım.”

“Ne yapacaksan söyle, ona göre yenilerini alıp geleyim.”

“Hayır efendim ne münasebet, ben burada biriktirdiklerimi istiyorum. Onları bul bulacaksan.”

“Tamam hallederim.”

“Demek biliyorsun yerini. İşte böyle hep güvendiğimiz dağlara kar yağdı bizim.”

Kimlerden şikâyet ettiğini bilmezdim ama her diş sıkışımda sabrımın tükendiğini hissederdim. Kalbim yanan kulaklarımda atar, damarlarımdaki kan, musluğun ucundan kurtulan bir hortumdan fışkırırcasına beynime sıçrardı. Karşımdaki hem babamdı hem de değil. Yabancı biri gibi davransam alınır, oymuş gibi davransam duyduklarıma, yaptıklarına ben dayanamazdım. Bir hamsterın koşu çemberinde heveskar dönüşüne benzer çabalarla ömür tüketirdik.  

Bıçağın kemiğe dayandığı günlerden o gün, nisanın son haftasıydı. İş görüşmesi için şirketin insan kaynaklarından bin bir zahmetle randevu alıp gittiğim plazada, plastik insan kümeleri, açılıp kapanan otomatik kapılar, masalardaki son model yazıcılar, telefon ahizelerine yapışmış kulaklar, yüksek topuk tıkırtıları, hepsi içimi daralttı. Sanki bir el kalbimi aldı ve avucunda sıka sıka nefessiz bıraktı. Elin sahibi babammış gibi içimden onu suçluyordum. Suçlamanın dayanılmaz özgürleştirici gücünden medet ummaktan başka çarem yoktu. Varsa da ben bilmiyordum. Kolay gelen, hafifleten, sorumluluğu üstümden atan, düzlüğe çıkaran buydu. Ezberimdeki buydu. Yeni şeyler öğrenmeye niyetim yoktu doğrusu. Benden istenen, firmanın ürünlerine ait Fransızca kullanım kılavuzu ve garanti belgelerini Türkçeye çevirmemdi. Teklifi duyduğumda kendimi, kullanılmış bir elektrik süpürgesinin kablosu gibi kendi içime dolanırken yakaladım. Yalpalayarak haznesine düştüğüm mutfak robotunun keskin bıçak uçları tepemde döndükçe soğuk terler döktüm, onun dönüş ritmini tutturup var gücümle yukarı sıçramayı başararak kurtuldum. Derken pamuklulara ayarlı kızgın ütünün buharında haşlandım, derim iskeletimden kâğıt gibi sıyrıldı. Sonra benden kaçarak uzaklaştı. Kemiklerimle ben kalakaldık. Bir film veya kitap değil, dergi, broşür bile değil kullanım kılavuzu öyle mi! Muhtemelen hiç okunmayacak, yine de önceleri kıyılamadan, senelerce bir evden diğerine taşınırken atılmak üzere biriktirilmiş dosyalar dolusu kâğıt. İşi kabul etmeden önce birkaç gün düşünmek için müsaadelerini isteyip kendimi sokağa attım. Görüştüğüm işe alımcının şuursuzca kafasına boca ettiği jöleden mustarip saçları bilgisayar ekranından yansırken dikkatimi dağıttı. Başını hafif öne eğdiğinde fark ettiğim, tam tepesinde açılan boşluk vahimdi. Belki de bu yüzden her şeyi bildiğini zannedenlerdendi. Hayatındaki tüm boşlukları mış gibi davranarak kapatabileceğini, mesai çıkışı döneceği karanlık, nefessiz evi sevdiğini mesela ve büyük ihtimalle yalnız uyuyacağı yatağın soğuğuna aldırmadığını, masrafları için maaşını harcayacağı çocuğu olsa şikâyet edeceği ama olmadığı için mutsuz hissettiği garip çelişkiyi takmadığını… Sanıyordu. Her şeyi biliyor gibi yaparak bütün bilmediklerini örtebilirdi. Fakat mutsuz insanlar birbirini gözlerinden tanır.

Ertesi günün pazar olduğunu hatırlayınca ayaklarım geri geri gitti. Ne eve girmek ne de babamı görmek istedim. Tekrar tekrar sorup duracaktı. Nasıl geçti mülakat, neler sordular, ben ne cevap verdim. Gerçekte hiç kimse en sevdiğim filmle, son okuduğum kitapla, Fransızcamın ne düzeyde olduğuyla falan ilgilenmiyordu. Sorulması gereken sorular vardı sadece, alınması gereken cevapları verip verememekteydi bütün mesele. Canım sıkkındı. Sahildeki salaş meyhanede demlendim. Geleni geçeni boş bakışlarla seyrettim. Köpoğlu, şakşuka, bir de cacık söyleyip otuz beşlik Altınbaş’ı yanlarında yuvarladım. Nihan’ı aramak için telefonu elime aldım, adına dokunmadan parmağımı gerisin geri çektim. Onu ne kadar tanıyordum ki? Böyle bir akşamda yanımda olmasını isteyecek kadar olmadığına karar verdim. Hafızamdan silmek istediğim şeyler üşüştü aklıma. Hatırlamak istemediğim her ayrıntıyı, yüz yıllar sonra uyanan bir yanardağın iştahla püskürttüğü lavı gibi üstüme acımasızca boca edip varlığımı küle çeviren akıl. Annemi hiç özlemediğimi de giderayak kusuverdi.  Sanki ben bilmiyorum. Bana mı anlatacak? Sever boşa kürek çekmeyi.  

Neden etkilenmiyorum? Ruhsuz muyum? Ağlamıyorum. Hiç ağlayamıyorum artık. Gözlerim bile dolmuyor. Bir gülme geliyor başkaları üzülürken bana. Yanlarından uzaklaşmasam dayak yerim, o derece. Deli der ilişmezlerse ayrı tabii. Anneme de böğüre böğüre gülüyorum.

Tanıdığım en korkak insandın sen anne! Oysa intihar cesur insanların işi.


Serap Üstün Kütahya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page