top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sevim Beyazıt- Bir Kedi, Bir Tablo ve Bir Evlilik Çıkmazı

Cama vuran yansıda gözlerim. Bir oyunu izler gibi izliyorum onu. Sanki hiç bitmeyecek, ağır ilerleyen bir oyun. Gözlerimi ayırıyorum camdan, sağ yanıma bakıyorum. Sevgili karım Peri. Diri kalçaları koltuğa gömülmüş. Bir bütünün ayrılmaz iki parçası gibiler. Omzundan düşürmediği siyah şalına kayıyor gözlerim. Her gün biraz daha yumuluyor o şala. Bu tavrıyla ne yapmak niyetinde, bilmiyorum.

Sigaramın sonunu getirmeden küllüğe bastırıyorum. Ağzımda yuvarladığım dumanı üfleyip ayağa kalkıyorum. Çukurlaşan minderim önceki şişkin haline geri dönüyor kalkmamla. Onunki de döner mi? Boğazını temizliyor, “Ihı!” Dönüp bakıyorum. Bir şey diyecek sanıyorum, demiyor. Burnunun ucuna düşen gözlüğünü yukarı kaydırıyor, şalından sarkan ipleri yoluyor, ağzını açıp tek kelime etmiyor.

Ayakta bir iki kültür fizik hareketi; boynumu sağa kırt, sola kırt, öne kırt, arkaya kırt. Kulaklarımda artarak büyüyor ses. Saatin tik takları arasında eriyip kayboluyor.

Sehpanın altında dağınık duran magazin dergileri. Geriye doğru iteklenmişler. Eğiliyorum. Yerinde kıpırdanıyor Peri. Huzursuz bir kıpırdanış. En üstteki dergiyi çekip alıyorum. Kapakta üç sene öncesinin tarihi. Hemen altında ben Peri ve bir de Kağan. Omuz omuza vermişiz. “Hiç bitmesin,” dediğimiz dostluğumuza kadehlerimizi kaldırmışız, objektife bakıyor, gülümsüyoruz.

Koreografi çalışmaları sonunda sahnede sergilediğimiz üçlü performansın fotoğrafı, bir sonraki sayfada. İncecik bileğine doladığı halatı bir atı kırbaçlar gibi havada sallayıp parmakları ucunda koldan kola uçuştuğu an, Peri’nin. Kağan’la aramızda seçim yaptığı gün aynı zamanda. Başımı kaldırıyorum sayfadan. Göz hizasına getirdiği ipi parmak ucunda döndürüyor. Sağa bir tur, sola bir tur, bir tur, bir tur daha. Bırakıyor. Gergin bir halatın etrafına doladığı bedenini döndüre döndüre aşağıya kaydırıp sahnenin tam orta yerinde tüy gibi yere uzanışı gözlerimin önünde. Seyirciye selam verip sahneden çekilmeden önceki o son dakika. Başını kaldırıyor yerden, ışığın yüzüne vuran yansımasıyla kocaman yeşil gözleri menevişleniyor bir anda. Heyecanlanıyorum.

Sahne sonrası ısınan vücutlarımızı denizde soğutmak Peri’nin fikri. Ben ve Kağan su savaşı sonrası kumsala uzanıyoruz. Peri arkada saçlarını tepesinde topluyor, parmak uçlarında dans eder gibi yürüyerek Kağan’ın önünden geçip yanıma sokuluyor. Gözleri gözlerimde. El kol şakaları yapıyoruz. Ruhlarımız çoktan ayrılmış oradan, hızla uzaklaşan bir kayığın içine oturuvermiş.

Gözlüğü elinden kayıp yere düşüyor. Başımı çevirip bakıyorum. Eğilip alıyor yerden. Artık magazin dergileri almıyorsun, demek geçiyor içimden. Ama bir şey söylemiyorum. Gereksiz bir detay. Diğer çoğu şey gibi.

Sonraki sayfayı yuvarlıyorum parmaklarımın arasında. Tarihe bakılırsa iki ay sonra nikâhımız. Oldukça kalabalık düğün salonu. Peri tüm arkadaşlarımızı çağırmış. Gelenlerin arasında elinde büyükçe bir paketle Kağan hemen fark ediliyor. Gözlerini dikmiş bize bakıyor. Uzaktan bir selam çakıyorum. Karşılık vermiyor. O hengâmede görmedi diye düşünüyorum. Kutlamalar sonrası gelin arabasının yanında buluyoruz onu.

“Hah işte buradasın!” diyorum. “Direksiyona ben geçeyim.”

“Neden olmasın.”

Peri de seviniyor bu işe. Elinde tuttuğu paketi gösterip el çabukluğuyla bagaja yerleştirirken bize doğru hafifçe eğiliyor, fısıldayarak, “Düğün hediyeniz. Ben çizdim.” Bakışlarında insanı irite eden bir şey. Aynı hissi Peri de duyumsamış olmalı, yüzü asılıyor birden. Maytapların gösterişli ışıkları altında uğurlanırken dikiz aynasında sık sık göz göze geliyoruz Kağanla.

Aynı hafta yurt dışı planları yapıyoruz Peri’yle. Bu sene Paris, seneye İspanya bir sonrakine de İtalya. Otel rezervasyonu, biletler, alışveriş. Tatilimizin daha ikinci haftası, Peri huzursuzlanıyor birden. “Mememde bir şey var.” Yatağa uzanmış bir eli göğsünde. Gözlerinde korku. Hafifçe bastırıyorum. Sertlik. Mercimek büyüklüğünde. Apar topar eve dönüyoruz. İki hafta sonra Peri’ye kanser teşhisi konuluyor hastanede. Sonrasında bitmeyen tedaviler…

Dergiyi bırakıyorum elimden. Gömleğimin yakasını gevşetip pencere kenarına geçiyorum. Ardına kadar açıyorum camı. Başımı dışarı çıkarıyorum. Ayın solgun yüzü kendimi hatırlatıyor bana.

“İçimi bunaltıyor bu havalar.”

Bana bakıyor. Sesli düşünmüşüm. Nedenini sormuyor. Sorsa söyler miydim?

Birden kalkıyor oturduğu yerden. Gözlerini mi siliyor ne? Hızla koridora atıyor kendini. Koşar adım ilerlerken arkasından bakıyorum. Yürümüyor, uçuyor sanki. Tüm karakteri değişti, bir tek yürüyüşü değişmedi.

Peşinden gidiyorum. Ardından kapadığı kapıyı açıp başımı uzatıyorum. Aynanın karşısında durmuş, göğsüne bakıyor. Beni görür görmez bluzunu indirip şalına sarınıyor. Yaklaşıyorum. “Peri!” diyorum. Ses etmiyor. Yatağın ucuna ilişiyor. Yüzü kuruyan düğün çiçeklerimiz kadar solgun.

Köşedeki mini barın yanına yürüyorum. Bir kadeh soğuk viski dolduruyorum kendime. Rahatlamak için iyi bir yöntem. Kuyruğu görünen minnoş kedi, kapının arkasından çıkıyor, önümden geçerek Peri’nin kucağına atlıyor. Sokağın kedisi. Balkondan girmiş olmalı. Yatağın arkasından dolanıyorum. Viskimden bir yudum alıp yanına oturuyorum. Sessizce duruyoruz.

İlk hangimiz konuşacak, hangimiz çözecek dilindeki bağı?

Karşı duvarda tablo. Durgun denizin tam orta yerinde kayığın iki ucunda bir kadın ve bir erkek. Mutlu olmalılar… Bir keresinde mutluluğun anlamını sormuştum Peri'ye. “Gözlerin gülüyorsa mutlusundur,” demişti. Tablodaki çiftin gözleri gülmüyordu. Manzaranın aslında yüreğe pek de hoş olmayan duygular verdiğini o an fark ediyorum. Eğreti duruşları mesela. Birinden biri her an kalkıp kendini denize atacakmış gibi. Tepede bir çift gözü andıran sisli bulutlar seçiyorum sonra. Hava güneşli olmasına rağmen gölgedelermiş izlenimi yaratıyor. Bulutların göz şeklinde olmaları oldukça manidar. Kağan’ın bakışları geliyor aklıma. O gün, o sahil kenarında üzerimize dikilen bakışları. Onu umursamayacak kadar sarhoştuk ve bir o kadar da aşık.

Bardağın soğukluğunu hissediyorum elimde. Dudaklarıma götürüp bir yudum daha alıyorum. Peri hâlâ suskun. Sessizliği bozmak adına, “Kağan bizi çizmiş olmalı,” diyorum. Gözlerini yerden kaldırıp tabloya bakıyor.

Sanki uzun zamandır bu ânı bekliyormuşum gibi, “Bir yere varamadılar bir türlü.”

“Kim?” der gibi yüzüme bakıyor.

“Onlar,” diyorum resmi işaret ederek. İstemsizce gülümsüyorum sonra. “Tıpkı bizim gibiler.”

Kediye sarılıyor. Tüylerini okşamak isteyince mırlıyor. Geri çekiyorum elimi. Viskiyi bir dikişte bitirip komodinin üzerine sertçe bırakıyorum bardağı.

“Kadın neden kürek çekmiyor Peri?” diye soruyorum bir anda ciddileşerek.

Kedi yere atlayıp yatağın altına saklanıyor. Kararlıyım, konuşturacağım onu. Dudakları titriyor. Kolumu uzatıyorum, kayığın kenarında bağlı duran küreği işaret ediyorum.

“Hiç dokunmamış bile?”

“Ya adam?” diyor, sesi titriyor.

“Ne olmuş adama?”

Küreğin suyla buluştuğu dalgasız yeri işaret ediyor, “Küreği tutmuş ama oynatmı…” derken sesi boğuluyor birdenbire.

İçimdeki hava sese dönüşemeden eriyor ağzımın içinde. Yutkunuyorum.

“Usanmıştır!” diyorum. Hayretler içinde yüzüme bakıyor.

“Kayığı bir başına sürüklemekten!”

İçini çekiyor. Arkasını dönüyor. Çekmeceden bir paket kedi maması çıkartıyor. Ucundaki yapışkanı aralayıp yerdeki tabağa boşaltıyor.

Şaşırarak izliyorum. Sevmez oysa.

“Evde kedi besleyebileceğini hiç düşünmezdim,” diyorum.

Yere çömeliyor. Elini kedinin tüyleri arasında gezdirirken bana bakıyor. Her zamanki buğulu gözler.

“Yalnız kadınlar en çok kedileri sever,” diyor.

Kolundan hafifçe kavrıyorum. Ayağa kalkıyor. Gövdesini kendime doğru çeviriyorum. Yüzünü ellerimin arasına alıp, “Tablodaki kadın neden böyle davranıyor Peri? Ne yapmak istiyor sence?”

Gözleri nemleniyor, ağlamaya başlıyor. Niyetim ağlatmak değil oysa. Başını göğsüme yaslıyorum. Daha çok ağlıyor. Sanki hep yapmak istediği buymuş gibi, sessiz bir hıçkırıkla, kesik kesik.

Boğazımda yumru. Sesimi temizliyorum.

“Gelirken kurabiye almıştım, evde limonata var mıydı?

“Hayır,” der gibi başını sallıyor.

“Çay?”

“Var.”

“Çay suyu koy, ben kurabiyeleri çıkarayım.”

Peri mutfağa doğru ilerlerken tablonun yanına gidiyorum.

“Çöp kamyonu saat kaçta geçer?”

Arkasını dönüp bana bakıyor. Yüzünde buruk bir tebessüm.

“Birazdan.”


Sevim Beyazıt



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page