Yağmur sularının taşlarının arasından akmasına izin verdiği Arnavut kaldırımlı dar sokak, soluk sarı sokak lambasının ışığı altında pırıl pırıl parlıyordu. Gömülü olduğu yerden kurtulmuş taşlardan birkaç tanesine denk geldi, tökezledi. Duble paçalı pantolonunun ve cilalı ayakkabılarının çamurlu sulara bulanmasına ilk kez aldırmadı İsmail Hakkı Bey. Fötr şapkasının kenarlarına biriken sular çatı oluğundan sızar gibi omuzlarına damlıyordu. Gamını kederini, kamburlaşmaya başlamış sırtına yükleyerek hızlanan zamana inat ağır aksak yürüyordu Balat kıyısından Haliç istikametine. Saat gecenin on ikisiydi. Ve ilk defa bu saatte ne yapacağını bilemiyor, kederini ve çaresizliğini Haliç’in karanlık sularına gömmek istiyordu. Sahi ne yapılırdı ki bu saatte? Eve gidemezdi. Sebahat hanım telaşlanır, soru yağmuruna tutardı. Gece ayazı inceden inceden vurmaya, ihtiyar kemiklerini sızlatmaya başlamıştı. Hadi bu geceyi atlatmıştı ya sonraki geceler? Dermansız ayakları onu bilinmezliğe sürüklüyordu. Karanlık virane sokaklardan geçiyor, kaybettiği yolunu bulmaya gayret bile etmiyordu. “Yorgo’nun Sabahçı Kahvesi “ yazılı paslı bir tabelanın önünde durdu. Dokunsan elinde kalacakmış hissi veren ahşap pervazlı camlardan içerisi görülmeyecek kadar buğulanmıştı. Bir anlık tereddütten sonra titrek eli ile ittirdiği kapıdan içeri ürkek bir adım attı. Buğulanan gözlük camlarının ardından kendisine doğru çevrilen bakışları seçti hayal meyal. Kapı eşiğinde durmuş içeriyi kolaçan etmeye çalışıyor, şapkasından ve pardösüsünden süzülen sular taş zeminde birikiyordu.
“Ooo gireceksen gir beybaba soğuttun içeriyi,” diye azarlayan bir sesle irkildi. Kendi arkasına saklanmak gölgesini siper etmek, görünmemek istedi o an. Usulca kapıyı kapattı, gördüğü ilk sandalyeye ilişti İsmail Hakkı Bey. Buğulanmış gözlüklerini yer yer sigara delikleri olan yeşil çuhanın üzerine, gamını kederini yanındaki sandalyeye koydu. Az önce ona seslenen yeni yetme çocuk, kahvenin tam göbeğine kurulu sobaya birkaç odun atarak kararmış maşa ile ateşi karıştırıyor, karıştırırken de etrafa kıvılcımlar sıçratıyordu. Gıcırdayan kapıdan girerken ona doğru çevrilmiş bakışlar tekrar işlerine dönmüşü. Kasketleri yana doğru eğilmiş, önündeki tek düğmesi ha koptu ha kopacak şekilde gergin iliklenmiş, kolları bileklerindeki kara kılları gösterecek kadar yukarda eprimiş ceketli adamlar kaplamıştı duvar dibindeki masaları. Gürültücü ve kalabalık, yabancı ve yorucu bir gruptu. Köşedeki masada birkaç kişi kağıt oynuyor, başka biri kollarını yastık yapmış tahta sandalyenin arkalığında uyukluyordu. Yan masadaki iki kişi gürültü ile karıştırdıkları çaylarından yine gürültülü yudumlar alıp fısıldaşıyorlardı. Pencere kenarına konmuş ürkek ve ıslak bir kuş gibi hissediyordu kendini İsmail Hakkı Bey. Ağızlardan düşmeyen uç uca eklenmiş sigara dumanının dalga dalga yayılışında izledi etrafı. Rutubet, is ve sigara kokusundan genzi yanıyordu. Demek sabahçı kahveleri böyle oluyordu. Bakır çay ocağının başında elinde rengi dönmüş bir bez ile bardakları kurulayan iri kıyım pos bıyıklı adama ilişti gözü. Cüsseli bedeninden beklenmeyen çeviklikte hareket ediyor, göğsüne kadar ilikleri açık beyaz gömleğinin arasından boynunda asılı kara üçgen muska bir sağa bir sola sallanıyordu. Haşin bir yüz ifadesi ile göz göze geldiklerinde bakışlarını kaçırırken az önceki yeni yetme geveze çocuğun başında dikildiğini fark etti.
“Hayrola beybaba senin gibiler düşmez buraya. Büyük hanım evden mi attı seni?” Çürük dişlerini göstere göstere gülen çocuğa birkaç kişi daha kaba kahkahaları ile eşlik etti.
“Halilll! İşine bak,” diye gürledi pos bıyıklı. Küçüldükçe küçülmüş çenesi titremeye başlamıştı İsmail Hakkı Bey’in. Yeşil damarlı uzun biçimli parmaklarını uzattı, kanununu alıp kalkıyordu ki masanın üzerine bir bardak çay koydu kıllı kısa kalın parmaklı bir el. Gürültüyle sandalyeyi çekip tam karşısına oturdu.
“Yeni demlendi, ikramımdır,” dedi gür sesi ile. Gözlerinde bir güven bir sıcaklık, bakışlarında bir saygı hissetti İsmail Hakkı Bey. Çırağına ters bir bakış fırlatırken, “Rahatına bak beybaba, bir emrin olursa bana söyle,” dedi geldiği gibi gürültüyle kalktı masadan. Rahatladı biraz İsmail Hakkı Bey. Derin bir solukla çayından bir yudum aldı. İçerinin sıcağından buğulanmış camdan yansımalara daldı gitti. Neşeli bir şeyler çal, artık kimse bu kadar alaturka istemiyor demişlerdi. Musikide bildiği tüm eserleri meşk ediyordu yadigâr kanunu ile. Ama eğlence anlayışı değişmiş, klarnete, kemana ayak uyduramaz olmuştu. Ara taksimleri güçlü makamlarda yapmaya özen gösterse de kimsenin durup dinlemeye, izlemeye vakti kalmamış, kaçırdıkları şeyler varmış da yakalamak istiyorlarmış gibi anlamsız bir telaşın içine düşmüş gibiydiler. Konuşmalar, yemek yemeler, gülmeler, sohbetler, her şey siyah beyaz Charlie Chaplin filmleri gibi hızlı çekimdi. Gece kulübü denen yeni mekanlar türemeye başlamış, meyhanelerde sazlı sözlü göbek havaları istenir olmuştu. Havsalası almasa da ayak uydurmaya çabalıyordu. Patronu, “Yaşına hürmeten seni idare ediyorum ama yarın geceden itibaren gelme,” demişti. Çok gücüne gitmişti İsmail Hakkı Bey’in. Hangisi daha ağır gelmişti? Kovulmak mı, sanatının küçümsenmesi mi, baba yadigarı çocukluk evini bu yaşta tekrar satın almak için çalışmak zorunda kalması mı bilemiyordu. Her şeye alınır, gücenir olmuştu son yıllarda. Yoksa yaşlanmanın fıtratında mı vardı alınganlık, küskünlük? Tekaüt aylığı yetiyor olsaydı. İşsiz güçsüzlerin, yersiz yurtsuzların içinde bir kırıntı kadar ufak, Fizan kadar uzak bir umudun peşinde sabahlayanların arasında olmayı yediremiyordu kendine. Hem makamına hem şahsiyetine hürmette kusur edilmeyen koskoca muhasebat müdürü İsmail Hakkı Bey. Bir zamanlar herkesin ona ihtiyacı vardı. Defterdarlıktaki görevinden tekaüt olduğu ilk zamanlar bile hâlâ ona danışırlardı. Dost meclislerinin vazgeçilmez konuğuydu. Kanununu konuşturduğu zaman herkes susar nağmelerin arasında kendilerinden geçerlerdi. Biricik oğlu Yavuz’u, o gelmeden yatmaz illa babasının omuzlarında yatağa gider sinek kaydı traşlı yanağından öpücük almadan uykuya dalmazdı. Doğup büyüdüğü sokaktaki kendinden büyük küçük herkes ona akıl danışırdı. “Hey gidi günler hey,” diye hayıflandı yüksek sesle.
Ne kadar vakit böyle devam edebilecekti? Belli etmemeye çabalasa da Sebahat hanımın gözünden kaçmazdı değişen bu hal ve tavırlar. Her sabah ne kadar yorgun olursa olsun müşterilerden bahseder, insan suretlerini anlatır, geceyi biraz da hicivlerle süsleyerek neşelendirirdi karısını. Lakin her geçen gün biraz daha artan kederini saklamaya mecali kalmamıştı. Elli küsur yıllık karısına hiç yalan söylememişti şimdiye kadar. İçinde bulunduğu durum aldatmış kadar yoruyor bunaltıyordu İsmail Hakkı Bey’i. Üstelik oturdukları evin son senedi, son taksitinin vadesi gelmek üzereydi. Parayı denkleştirememek düşüncesi yüreğini bir mengene gibi sıkıyor sıkıyordu. Hele bu sabah, Sebahat Hanım elini tutmuş, “Son taksit bey,” demişti. “Az daha gayret, ne kadar yorulduğunu biliyorum.” Sırtından soğuk terler akmış, gözlerinin akı kırmızıya dönmüş alelacele yatağa koşmuştu. Koşmuştu ama uyku tutmuyordu. Çocukluğunun geçtiği baba yadigârı evin ve daha birçok evin yıkılarak apartman dedikleri bu beton yığınına tıkılmışlar, üstelik açgözlü müteahhide de borçlu çıkmışlardı. Hayırsız oğullarının Almanya sevdası uğruna ellerine geçen paranın büyük bir kısmını ona vermişlerdi istemeyerek de olsa. Tahminlerinde yanılmamış koskoca üç yılda birkaç mektup, acil para talep eden telgraf dışında bir haber çıkmamıştı. Sebahat hanım birkaç kez bakkal Hüsnü Efendi’nin telefonundan aradığını söylemişti ama inanmıyordu. Sebahat hanım yalan söylemeyi beceremezdi ki. Yüzüne vurmamıştı vuramazdı gönlünün sultanının. Bu akşam son dedi kendi kendine. Bu akşam her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatacaktı. Ölümden öte köy yoktu.
Kıyafetlerine farklı türden kokular, rutubet gibi küf gibi keskin değişik kokular sinmesinden, pantolonun ve ayakkabılarının son derece titiz olmasına karşın çamur içinde gelmesinden beri iyice şüphelenmeye başlamıştı Sebahat Hanım. Kocasının günden güne içine kapanmasına sebep olan bir şeyler olduğu, işlerin yolunda gitmediği belliydi. Yüzünün ışığı sönmüştü. Usulca yatak odasının kapı aralığından bakan Sebahat Hanım, kocasının iyice uyuduğundan emin olduktan sonra, eşarbını bağladı, pardösüsünü giydi, gezmeye giderken kullandığı siyah rugan kol çantasını koluna takarak sessizce süzüldü evden. Alt komşusu, kızı gibi sevdiği Fatoş’un kapısını tıklattı usulca. Başında bigudiler, elinde sabah çayı eteğinde küçük oğlanla açtı kapıyı Fatoş.
“Buyur Sebahat abla “
“Yok buyurmayayım. Akşama yemekten sonra senin büyük oğlanı bana gönderiver”
“Tabii abla gönderirim de hayırdır sen nereye bu saatte?”
“İşim var azıcık anlatırım sonra”
“Gel bi çay iç abla”
“Yok işim var, pazara gidiyorum öğlene ancak gelirim. Unutma akşam uğrasın bana Ali.” Yüzü önünde merdivenleri acele ile inerken ne kadar da saçma konuştuğu için hayıflanıyordu Sebahat Hanım. Sorgulamadı Fatoş annesi gibi sevdiği Sebahat ablayı. Kapıyı kapatırken daha dün pazara gittik ya demedi.
Nefes nefese eve geldiğinde çoktan uyanmış gazeteleri okuyordu İsmail Hakkı Bey. Az şekerli kahvesini önündeki sehpaya bıraktı usulcacık. Yemek hazırlığına girişti. Dün gece çamurlanan pantolonun paçalarını ılık sabunlu suyla silip sobanın yakınına koyduğu sandalyeye astı. Ayakkabılarının kurumuş çamurlarını temizledi, fırçaladı, küçük bir sünger yardımı ile cilaladı, hazır etti. Yemekten sonra şekerleme yaptı İsmail Hakkı Bey. Her şey aynı düzende fakat sessizce yapılıyordu. Selametle uğurladı kocasını. Kıpır kıpır dudaklarından dökülen dualarını başını sağdan sola çevirerek yolladı peşi sıra.
Yorgo’nun sabahçı kahvesinde artık belli bir masası ve yeri vardı İsmail Hakkı Bey’in. Yaklaşık iki haftadır her gece vakit geçirdiği bu kahvehanede ipsiz sapsız takımı bile o gelince ayağa kalkar olmuştu. Halil kapıda yolunu gözler, ona özel temiz bir örtü yayılı masada bol köpüklü kahvesi hazır edilirdi. Hele bir gece dayanamamış kanunu konuşturmuştu da herkesi içlendirmişti. Koskoca adamlar utanmasa ağlayacaklardı nerdeyse. Her birini ayrı hülyalara hayallere büründürmüş, bu viranelikten, amaçsızlıktan almış başka diyarlara taşımıştı sanki. O gün bu gündür arada bir çalardı. Ama bugün pek suskundu, kimse bir şey diyemedi. Bir haller olduğu belliydi. Hüznüne ortaklık ediyorlar saygıdan bir şey soramıyorlardı. Terlemeye başlamıştı. Boyun bağını gevşetip ceketini çıkarttı. Yorgun kalbi pır pır ediyordu. Bir ağırlık çöktü sanki üzerine. Uykuya direnmek beyhude bir çabaydı. İlk vakitler ayıpladığı sabahçılar gibi kollarını masaya dayayıp başına yastık yaptı.
Kapı, saat dokuza doğru çaldığında televizyon karşısında içi geçmişti Sebahat hanımın. Olabildiğince atik koştu kapıyı açtı. Fatoş’un büyük oğlu Ali’ydi gelen. Üzerinde peçete örtülü bir tabakla dikiliyordu karşısında. Uyku mahmurluğundaki kadın bir süre baktı Ali’ye.
“Ben geldim Sebahat Hanım teyze, yapılacak işler varmış. Annem üzümlü kek yaptı,” diye tabağı uzattı yaşlı kadına. Gözleri doldu Sebahat hanımın. Yavuz’u düştü yine aklına. Hayırsız olabilirdi, bu durumlara düşmelerine sebep olabilirdi ama onca düşükten sonra yaşam mücadelesini kazanan biricik evladıydı. İsmail Hakkı Bey de ne kadar kızarsa kızsın ne kadar bir baltaya sahip olamaz derse desin biliyordu onun da yüreğinin yangın yeri olduğunu. Ali’nin sesi ile irkildi.
“Ne yapılacaktı Sebahat Hanım teyze?”
“Aramızda ebediyen sır olarak kalacak bir şey yapacağız seninle şimdi,” diyerek salondaki masaya oturttu oğlanı. Önüne bir kâğıt bir de kalem koydu.
“Yaz bakalım. Pek kıymetli ve muhterem babacığım,” Çocuğun şaşkın bakışlarına aldırmadan devam etti Sebahat Hanım. “Evvela selam eder, ellerinizden öperim. Yazdın mı?”
“Kul daralmayınca Hızır yetişmezmiş efendi. Dün sen gittikten sonra Yavuz’umdan mektup muştusu geldi. Hem de bize para yollamış. Bak. Alman parasıymış, burada daha değerliymiş. Türk parasına çevirince hem son taksite yeter hem de artarmış. Öyle dedi Fatoş’un bilmiş oğlu Ali. Büyük bir fabrikada işe girmiş, ilk maaşını yollamış bize evladım. Daha yollayacağım, elinizi sıcak sudan soğuk suya sokmayacağım artık diye yazmış. Bak bak burada neler yazmış daha. Vakit kaybetmeden gidelim müteahhide borcumuzu ödeyip hemen tapumuzu alalım.”
Kaç kere tekrarladı kendi kendine bu cümleleri, sesinin tonunun provasını yaptı Sebahat Hanım bilemiyordu. Sözde mektubun yırtılmış zarfını ve içindeki parayı yemek masasındaki tabağın içine koyuyor, olmuyor aynanın kenarına sıkıştırıyor, beğenmiyor masadaki sürahiye yaslıyordu. Aile yadigarı elmas yüzük ve küpeleri ederinden çok ucuza gitmişti ama karşılığında kendilerine ait evleri olmuştu işte sonunda, son taksit denkleşmişti. Olur da İsmail Hakkı Bey sorarsa onu da o zaman düşünürdü, keyfini bozmaya hiç niyeti yoktu. Aynada topuzunu düzeltirken yüzünü incelemeye başladı. Kırışıklıktan kaybolmuş gamzesi yeniden mi ortaya çıkmıştı ne? Genç bir kız gibi kikirdedi. Pembeleşen yanaklarını seyrederken ayna karşısında söyleyeceklerini tekrar ediyordu bir yandan da. Masa örtüsünün uçlarını çekeledi, mektubu düzledi, konsolun üzerindeki son senedi kontrol etti. İsmail Hakkı Bey’in gelmesine birkaç saat vardı daha. Vakit geçmek bilmiyordu sanki. Uyku ağır basmış kanepeye iğreti kıvrılmıştı. Gürültüler, kapının yumruklanması, zile basılması, gördüğü tuhaf tuhaf rüyaların etkisi ile kendine gelmekte güçlük çekti yaşlı kadın. Kalp çarpıntısı ile doğrulduğu kanepeden gözü duvardaki saate ilişti. Öğlen olacaktı nerdeyse. Uyku mahmurluğu ve tutulan ayakları ile, Hayırdır inşallah, diyerek giriş kapısına yöneldi.
İkindi namazına müteakip kılınan cenaze namazında Eyüp Sultan Camisinin avlusu hınca hınç doluydu. Mavi mozaik döşeli apartmanın ikinci katı Sebahat Hanım yerine ağıt yakan, ağlayan, dua eden, kadınlarla hınca hınç doluydu. Sebahat hanımın bir elinde sözde Yavuz’dan gelen mektup, diğer elinde senet, “son taksit” kelimeleri bir dua gibi durmaksızın dökülüyordu dudaklarından.
Sibel Karaca
Comments