top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sibel Kaya- Kırmızı Reno

“Boyacı, kasım sonuna ancak gelirim dedi.”

“Kış girmeden yetiştirsin de.”

“Erken gelse de yaptıramayız zaten. Malzemesi, işçiliği derken çok tutuyor.”

Duvardaki küf surat silinecek demek. İnce boynu gittikçe kalınlaşmıştı, bir bıyığı eksik neredeyse babamın aynısı. Küfler giderse öksürüğüm de biter belki. Annem yere serdiği çarşafın üstünde babamın ertesi gün giyeceği gömleği ütülerken arada bir kaldırıp olmuş mu diye kontrol ediyor. Babam divanda oturmuş konuşurken ayak tırnaklarını kesiyor. Tırnağı yüzüme sıçrayınca başını kaldırıp bana bakıp işine devam etti. İşi bitince elindekini duvardaki çiviye astı.

“Yalıtım yapılsa, evin küfü o zaman biter,” dedi annem dizlerinin üzerinde kalkarken.

“Yavaş yavaş, hepsi birden olmaz.”

Annem gömleği kapının arkasına astı.

“Pantolonumu ver.”

Babam pantolonunun cebinden çıkardığı buruşmuş kâğıt parayı anneme uzattı.

“Bu hafta mutfağa yetirirsin.”

Yetirip bir de gazoz parası artırırsa bana ne iyi olur. Madem boyanacak, duvarımdaki küf adama bıyık çizsem ne olur ki. Tüm duvarı kaplayan, bıyıklı kocaman bir adam. Kollarını açarak esniyor babam, gölgesi tüm odayı kaplıyor. O esneyince önce annem esniyor, ardından da ben. Yatağa geçiyorum, küf adamın yanına. Karnem kötü gelmese bari, yoksa yazın zor gazoz içerim. Gözlerim kapanıyor.

Elimdeki karneyi çantama tıkıştırıp kapıyı öyle çaldım, babam açtı, bu saatte ne işi var ki evde. Yüzüme bakmadan dönüp mutfağa girdi. Annem, şortla oturduğumda bacaklarımı yakan kanepede gözlerini yere dikmiş. Karşısında dizlerinin arasına sıkıştırdığı çantanın kulpuyla uğraşan gri takım elbiseli, ince, uzun bir adam. Annemin yanına iliştim. Adam, “Ablası bak, çocuk geldi,” diyerek beni gösterdi. Küçük dayım demek. Yan yan bakıp, “Oynayalım mı?” diye sordu. Annem elini dizime koyup, “Hadi,” dedi. Sesi dudaklarından küçük küçük çıktı. Ortanca dayımın evinde görmüştüm ta ne zaman, bu kadar uzun muydu? Artık bizimle mi kalacak?

Dayım heyecanla, “Kırmızı Reno’ya bindin mi sen?” diye sordu. Sesi koca adam gibi ama söyledikleri. Konuşurken gözlerini büyük büyük açıyor, sesini ayarlayamıyor, bağırıyor. Anneme baktım, sırtımı sıvazladı, kalktım. Benimle birlikte dayım da kalktı, öğretmenin kırılır diye dokunmamıza izin vermediği iskelete benziyor. Gömleğinin düğmelerini sonuna kadar iliklemiş, kollarını gövdesine yapıştırarak yürüyor. Sıska gölgesi koridor boyunca uzuyor.  

“Ne zamana kadar bakacaksın, çocuk olsa neyse, koca herif.”

“Ne yapayım bırakıp gitti abim.”

“Bakım merkezi mi yok, verseydi.”

“Yazık, hem bakım parasını bize gönderecek.”

“Göndermesin de göreyim, ararım sosyal hizmetleri.”

Babamın sesi odamda. Dayım duymasın diye kapıyı kapadım. Odanın ortasında dikildi, merakla duvardaki küf adamı inceliyor. Heyecanlı konuşuyor,

“Senin adın ne?”

“Barış.”

Oyuncak poşetini boşaltıp yere çöktüm, o da çöktü. İki tekeri eksik olan kırmızı arabayı seçti. Küçükken en sevdiğim oyuncağı. “Barış çocuk bak, kırmızı Reno.” Annem, “Pazardan almıştık,” diyor ama ben hatırlamıyorum. Bu yıl bıraktım oynamayı, tekerleri kırılsa da atmaya kıyamadım. Motor sesi çıkararak sevinçle arabayı kilimin deseninde sürmeye başladı. Araba kemikli ellerinin arasında görünmüyor. Arada bir durup, “Kırmızı Reno’ya bindin mi sen?” deyip cevap beklemeden oynamaya devam ediyor. Annemle babamın sesi gelmiyor artık. Dayım arabasıyla kilimi geziyor baştan başa. Sokaktan geçen arabanın sesiyle başını kaldırıyor, ses kesilince kendininkini sürmeye devam ediyor. Geçen araba kırmızı mıydı acaba. Belki de Reno’ydu.

Akşam yemeğinde annem kızaran gözlerini saklamak için başını kaldırmadı. Babam sessizce yedi, dayım her konuştuğunda ters ters baktı. Başımı tabağıma eğdim ben de. Dayım konuşurken uzun bacaklarıyla masaya vurup sarsıyor. Sesimi çıkarmıyorum. Çatalım tabağa bile değmesin, çıt çıkmasın. Masa sarsıldıkça babam daha ters bakıyor. Annem tabağındaki kabak dolmasını bölerken dudaklarını kemiriyor.

Babam rahatsız olmasın diye erken yatıyoruz. Yer yatağı sığsın diye üzerinde ders yaptığım sehpayı koridora çıkarıyorum. Anneme yardım edip çarşafın ucundan tutuyorum. “Barış çocuk, ben beyaz araba sevmem. Reno severim, kırmızı.” Çarşaf yatağa büyük geliyor ikiye katlayıp seriyoruz. Dayım pijamalarını giyiniyor. “Abi getirdi beni, erken erken kalktık.” Bacakları o kadar uzun ki yatağa nasıl sığacak bilmiyorum. “Burada bakkal var mı? Üç gün mü kalacağım ablasında?” Yatağa uzanınca ayakları dışarda kalıyor. Parmaklarını oynatıp komik sesler çıkarıyor. Gülüyorum annem de gülüyor. Annemin beline yapışıyor, sımsıkı sarılıyorum. Dayım yataktan fırlıyor, “Barış çocuk ben de, ben de ablası.” İkimize birden sarılıyor, kollarının arasında kayboluyoruz. Dayımın gölgesi duvardaki küf adamı bile kapatıyor. Annem elbiselerini bez dolaba benimkilerin yanına sığdırdı. Sürekli soru soruyor, bitmek bilmeyen sorularına cevap vermek de bana kalıyor. Galiba üzerime zimmetlendi. Uykuya dalmadan sorularına devam ediyor.

 Annem sabah sokağa gönderdi bizi. Briket duvarın üstünde oturduk, dayımla ne yapılır bilmiyorum ki. Koca adam. Öğle sıcağı bastırınca portakal bahçelerinin gölgesinde oturmaya devam ettik. Ağaç gövdesinde kuruyup kalmış ağustos böceklerini topladık. Bakkal Muharrem Abinin gürültülü dolabındaki soğuk gazozları mideye indirdik. Dayım geldi diye fazladan para verdi annem, zayıf karnem de dayımın sayesinde unutuldu. Mahalledeki birkaç çocuk dayımla “Kim bu çatal bacak?” diye dalga geçince oturduğum duvardan atlayıp yakalarına yapıştım. Diğer çocukların araya girmesiyle meseleyi kapattık. Dayım, “Ben kavga sevmem, gazoz severim.” Deyince hepsi birden gülmeye başladı. Birlikte sokaktan geçen arabaların peşinden koşup yarıştık, en uzun mesafe koşabilenler tekrar yarıştı. Dayımı bırakıp çok uzağa koşmadım. Sürekli, “Kırmızı Reno gördünüz mü?’ diye sorup durdu ama şansına sokaktan hiç kırmızı Reno geçmedi.

Bir akşam yemek masasında yine annemin başı önündeyken, yine babam kafasını ters ters sallarken, “Boş durduğun yeter cuma pazarında termosla meşrubat satacaksın,” dedi. Annem, “Küçük daha ne bilsin alıp satmayı,” dedi çekingen sesiyle. “Para nasıl kazanılır görsün.” Diye çıkıştı babam. Annem dudaklarını kemirmeye başladı.  Daha küçükken sevinerek gittiğim, annemin eteğine yapışıp gezdiğim pazarda satıcılık yapma düşüncesiyle heyecanlandım. Babam, “Bunu da götüreceksin,” derken yüzüne bakmadan başıyla dayımı işaret etti.. Ertesi gün eve mavi bir termos ve birkaç paket toz meşrubatla döndü. Portakallı ve vişneli, portakallıyı seçtim. Annem omzuma asmak için termosa kılıf dikti. Dayım benden daha hevesli olunca ilk o denedi. Sevinçten boynundaki termosla evin içinde dolandı durdu. Birkaç tasa su doldurup buzluğa koyduk. “Soğuk meşrubat diye bağıracaksın,” dedi annem. “Soğuk, çok soğuk,” diye bağırdı dayım. Sabah uyandığımda takım elbisesini giymiş, odanın kapısında beklerken buldum dayımı.

“Barış çocuk kalk, pazara pazara.”

“Çok sıcak, yanarsın o elbiseyle,” dediğimi duymadı ya da duydu da aldırmadı.

Babamın sandalyesi boştu, “Babam yemeyecek mi?” Annem ekmeğe margarin sürerken, “Erken çıktı o. Dayına dikkat et, gözünün önünden ayırma. Babanı kızdıracak bir şey yaparsa onunla birlikte beni de kapının önüne koyar,” dedi. Elleri titrediğinden bıçağı yere düşürüyor. Evden çıkana kadar, “Kaybolmayın sakın, paranıza da sahip çıkın,” diye uyarıp durdu. “Bir liraya satacaksınız bardağını.” Para kısmını hiç düşünmemiştim, bardağı bir liradan, otuz bardak çıksa, of iyi para. Karnımızı doyurunca buzları termosa boşalttık, ardından suyu, en son da portakallı tozu. Her şey tamamdı. Termosu yol boyunca dayım taşıdı. Bacakları ne kadar uzun, gerçekten de çatal gibi. O, bir adam atarken ben üç adım atmak zorunda kalıyorum. Pazara vardığımızda tezgâhlar çoktan kurulmuş telaş başlamıştı. Yanımıza aldığımız plastik tabureleri, sebze tezgâhlarıyla kıyafet tezgâhlarının arasına yerleştirdik. Demir direklere gerilen tentelerin gölgesine oturduk. Nasıl bağırsak, en iyisi soğuk meşrubat demek. Dayımı da tembihliyorum, “Soğuk, buz gibi buz.” Diyor sevinerek. Tepemizdeki tentelere Güneş vurdukça sıcaktan bunalıp birer bardak içiyoruz. Kendi içtiğimiz iki bardağın dışında henüz siftah yok. En iyisi kalkıp dolaşmak. Dayım termosu yüklendi ben de taburelerle, bardak poşetini. Kalabalıkta yürümek üstelik dayımın hızına ayak uydurmak çok zor. “Çay geldi, çay var,” sesini takip ederek yolumu buluyorum. Kaç kez söyledim, çay değil meşrubat diyecekti. İnsan selinin içinde dayımı gözden kaybettim. Adımlarımı hızlandırıp önüme çıkanları ite ite ilerledim ama onu göremedim. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı, ya bulamazsam annem, anneme ne olacak. Ne yapıp edip bulmalıyım dayımı. Yolu bilseydi eve giderdi ama onu da yapamaz. Ya birileri itip kalkarsa, kötü davranırsa. Geri mi döndü acaba, telaştan göremedim mi? Bir tezgâha mı takıldı kaldı yoksa? Koşup eve mi gitsem, gitsem anneme ne derim. Bir pazar arabasına takılınca yüzü koyun yapıştım yere. “Kalk oğlum, yavaş, yavaş” dedi arabasına takıldığım teyze. Dayımı kaybettiğimi söyleyince, patates tezgahındaki adam, “Pazarın başladığı yerde zabıta kulübesi var, orada anons ederler,” dedi.

Kalabalığı yararak ilerlemeye çalışıyorum ama herkes gittiğim yerin tersi yöne yürüyor gibi ilerleyemiyorum. Ne çok insan var, iki yüz kişi olsa, her biri bir liradan. Dayım kaybolduğunu anladı mı acaba. El değiştire değiştire beni bulsa keşke. Bakım parası için alıp götürdülerse, ya bulamazsam anneme ne derim. Tenteler sallanıyor, gölgeler dalgalanarak üstüme geliyor. Üçüncü düşüşüm, bu defa ki kabak tezgâhı. Kabakları doldurur annem, sonra çatalıyla parça parça böler. Dudaklarını kemirerek bitirecek annem, küçük sesi küçüldükçe küçülecek. Babam evi küf rengine boyatacak, koca kafalı adamlar büyüyecek duvarda, büyüyüp yastığıma değecek.  Kışın da çay satarız birlikte. Ben çay sevmem, soğuk gazoz severim.

“Sen mi kayboldun dayın mı, anlamadım,” dedi zabıta.

“Da da dayım, meş meş rubat satacaktık. Ye ye yetişemedim.”

Sonunda anons yaptı, “Gri takım elbiseli, zayıf, uzun, otuzlu yaşlarda, çocuk gibi konuşan…”

Akşama kadar beklerim kulübenin önünde, ortalık tenhalaşınca yokluğumu fark edip bulacaktır beni. Barış çocuğu görünce sevinecek. Pazar dağılana kadar kulübenin önünde bekledim. Zabıtalar arada bir kulübeden çıkıp bekliyor muyum diye kontrol etti. Şişman, bıyıksız olanı elma uzattı. Aldım ama yiyemedim. İnsan seli gittikçe azaldı, pazarcılar tezgahlarını bozmaya başladı. Yerlere saçılıp ezilmiş sebzelerden ve çöplerden başka bir şey kalmadı. Dayımdan umudumu kesince eve yürüdüm. Karanlık çökmek üzere, baktım, babam geliyor karşıdan, çürük elmaları eze eze yürüyor. Onu gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. Sarılsam bacaklarına, neyse sinirlidir şimdi. O sormadan ben söyledim dayımı kaybettiğimi. Pazarın kurulduğu dere kenarına yakın tüm sokaklara girip çıktık. Bu defa da babamın arkasından koşturuyorum. Bakmadığımız yer kalmadı ama dayımı bulamadık.

Söylendikçe söyleniyor babam, “Böyle olacağı belliydi, kıt akıllıyı başımıza atıp gittiler. Şu hale bak, sokak sokak peşinde dolaşıyoruz.”

 Eve dönüp kapının önündeki polis arabasını görünce ağlamaya başladım. Aşağıdaki mahallede bulmuşlar. Üzerinde ceketi ve gömleği yokmuş. “Barış çocuk,” diye koşup sarıldı. “Termos düştü, termos kırıldı, döküldü hep.” Ağlamaklı, hızlı hızlı konuşuyor. “Reno gördüm, kırmızı, koştum yarışamadım.” Annem elindeki bezle yüzümü temizlemeye çalışırken, babam polislerle konuştu. Polisler gidince eve girdik, annem önce dayımı banyoya soktu sonra beni. Yemekte dayım da dahil kimse konuşmadı. Biz odaya geçince başladı babam. “Baştan dedim sana, ama laftan anlamıyorsun ki. Para vermeyecekleri de iki iki dört. Boyayı da unut.” Bütün akşam söylendikçe söylendi. Dayım yorgunluktan uyudu hemen. Ben ensesi daha da kalınlaşan küf adamın üstüne büyük bir araba resmi çizip, kırmızıya boyadım.

Ertesi sabah dayım resmimi görünce, “Barış çocuk kırmızı Reno yaptı,” diye sevinçle el çırptı. Kahvaltıdan sonra oyuncakları döküp oynadık. Annem ağlayarak dayımın kıyafetlerini çantasına yerleştirdi. Öğleden sonra ellerinde kâğıtlarla görevliler geldi. Annem teker teker kağıtların hepsine imza attı. İmza işi bitince dayımı siyah arabaya bindirip götürdüler.


Sibel Kaya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commenti


bottom of page