Geçen gün muhtarlıktayım. Baktım telefonum çalıyor, Niyazi. Bizim Samancıların Niyazi. Hani babası, sekiz-dokuz sene evvel Kuytudere yolunda mıcıra kaptırıp yetmiş sekiz model Toros’la şarampole yuvarlandıydı. Hah, işte o. Onun büyük oğlan. “Muhtar emmi,” dedi, “yav sana bir şey soracağdım.” “Sor oğlum,” dedim, başımdan tez defetmek için. O vakit, “Yav emmi, sen inekten, danadan anlarsın de mi?” demesin mi? Meraklandırdı kerata. Tabii, hayvan dedim mi akan sular durur. Buralarda bu işi benden âlâ bilen mi var? Eee, yıllarca aldık sattık. Epey de hâsılat kaldırdık, helalinden temiz para.
Büyük oğlana, “Gel gitme üniversiteye de açık besi yapalım,” dedim. Ne var canım, iş mi var bu devirde? Yok. İlle de okuyacam, diye tutturdu. Mühendis çıktı. Fabrikaya girdi. Asgari ücrete ağız kokusu çekiyor. Ne vardı kendi işinin patronu olaydı? Küçük oğlan mı? Onu hiç sorma Muammer. O büyükten de beter çıktı. Büyük gibi okuyaydı ona da razıydım, okumadı. Yahu okumadın madem, babanın sözünü dinle de mi? Yok birader, bu yeni nesil bir başka. “Oğlum,” dedim, “macera arama boş yere, kır dizini otur dibimde. Şuradan on inek, on koyun alayım sana. Tarla tapan da var. Ek biç, kazan paranı. Ye yiyebildiğin kadar.”
Oturaydı, o para burnundan bile gelirdi. O n’aptı? Pılısını pırtısını aldı, şehre kaçtı. “Baba para,” dedi verdim. “Baba araba,” dedi. En lüküsünden çektim. Doğru dedin, çok yüz verdim çook… Ah ulan kalın kafam, ah… Ben malımı bilmez miyim? Neye girdiğini de sormadım, ne haltlar karıştırdığını da. Aslında sorardım da o ayran ağızlı anası yok mu? Sormadı da sordurmadı da. Benim oğlum şöyle bilir, benim oğlum böyle bilir… Bir gün icra kâğıtlarını eline tutuşturuverdim. “Aha,” dedim, “senin zampara oğlun yaptı yapacağını.” Az daha kalpten gidiyordu. Kafayı çektikleri o andavallı arkadaşlarıyla kargo şubesi açmışlar. İki yıla kalmadı anlı şanlı iflas bayrağını çektiler. Hayvancılık yapmam, deyip Şakrakların İsmail’in şehirdeki marketine kasiyer girdi. Ulan sanki sarayda yetişti de prens oldu, dana!
Ağa, Niyazi’ye kızarım mızarım da en sonunda doğru yolu buldu dürzü. O gün “İnekten danadan anlarsın de mi?” diye sorunca, bak samimi söylüyom Muammer, kırk yıldır kayıp oğlumu bulmuş gibi oldum. “Anlamaz mıyım oğlum?” dedim. “Sen sor, en kralını söylemezsem şerefsizim.” Sen beni bilirsin, normalde Niyazi’ye böyle diyecek adam mıyım ben? Dubaracının tekidir, gördüğüm yerde ıslak meşeyle haşlayasım geliyor namussuzu. Amma n’aparsın? Adam kene gibi girdi kanıma.
“Emmi,” dedi. “Ben hayvan işine giriyom da pek anlamam etmem bilirsin. Çakıllı’da güzel danası olan biri varmış. Muhtar Rıfat Ağa numarasını verdi.” Rıfat işin içine girdiyse muhakkak bir bit yeniği vardır, dedim içimden. Kart çakal. Para, kokmayana el uzatmaz. Menfaati olmayana selam durmaz. Muhtarlık işinde bile el altından para alırmış. Bak sen de duymuşsun, namı sizin köye kadar ulaşmış deyyusun.
“Adamı aradım emmi,” dedi. “Vatsaptan dananın fotoğrafını attı. Pazarlık ettik, anlaştık. Beşe bırakacak. Yav sen de gelsen diyom. Bir baksan ha, olmaz mı?” O an kafam kazan gibi. Şeytan diyor gitme, ne hali varsa görsün dürzü. Boşluğuma gelmiş, “Fotoğrafını gönder de bir bakayım,” demişim. “Yaşa be emmi, sen de geliyon de mi?” diye atılmasın mı? “Yoook” dedim. “Öyle yağma yok Niyazi Efendi.” Anladı tabii, o kadar da keriz değil ya. “Tamam emmi,” dedi. “Seni de görecez. Yav, sen hele bir gel.” “Geçen sefer yutturduğun teraneleri biliyoz Niyazi,” dedim. “Ya payımı söylersin ya da beni bu koltuktan nah kaldırırsın.” Ikındı sıkıldı, aksırdı öksürdü. Baktı çıkar yol yok. “Tamam emmi,” dedi. “Hele bir alıp yetiştireyim. Satabilirsem, kârın beşte biri senin.” Allah mı söyletti, bonkörlüğü mü tuttu şoparın bilemedim. Amma ben de bugüne bugün yılların cambazı, üç seçimi art arda devirmiş muhtar Murtaza Ağa isem bunu cascavlak koyarım ağa. Koydum da zaten.
Fotoğrafını gönderdi. İnanır mısın Muammer, bir deri bir kemik. Bir de üstüne diyor ki, “Emmi ben bunu yüz elli, iki yüz kilo ederim de mi?” “De get işine be,” dedim, “Çocuk gibi yemişler oğlum seni. Bir emzik takmadıkları kalmış. Sen bunu yüz elli kilo yap, ben iki misline almazsam şerefsizim.” "N’apacaz," diye tutuştu. “Dur sen. Dur,” dedim. “Öyle alengirli kündeye getirecez ki onları, akılları karışacak.” Ne mi yaptım? Hele bir dur be Muammer, çaylar tazelensin. Anlat anlat ağzım kurudu yav.
O gün geldi çattı. Sabah Niyazi’ye, “Oğlum kamyonet hazır mı?” diye sordum. “Ne kamyoneti emmi, traktör kasasını taktım geldim,” demesin mi? “Aklına tüküreyim Niyazi!” dedim. Bir de bön bön suratıma bakıyor. Ulan salak Niyazi, ulan geri zekâlı. Her üçkâğıda kafan basıyor da buna mı basmıyor? “Lan hayvan kasada taşınır mı, aklın da basmıyor Niyazi? Yolda atlar matlar, nasıl uğraşacan onunla?” deyince de “Doğru söylüyon emmi,” diyor alık alık. Doğru söylüyom da hani çözüm? Küreşçilerin Mehmet var ya, onun kafesli kamyoneti var. Tam hayvan taşımalık. Hemen telefonu çevirdim. "Oğlum Mehmet,” dedim, “Şu kamyoneti bugünlüğüne bize versene.” “Tamam emmi de,” dedi. “Biliyorsun...” Anladım karın ağrısını. Eee, hakkıdır tabii, bu meret de su yakmıyor ya. “Tamam oğlum,” dedim. “Merak etme, ne zaman paran kaldı bende?” O vakit tav oldu tabii. “Tamam emmi,” dedi, “al senin olsun.”
Köye vardık, dama girdik. Şöyle bi baktım. Vallaha tam dediğim gibi Muammer. Çölde kalmış, kurumuş, bitmiş at gibi. İnternetten hayvan alırsan bu kadar olur amma. Niyazi’ye baktım, dünden razı. Hayvanın yularını çözdü, bağlamaya götürüyor. Ulan düdük Niyazi, ulan ahmak Niyazi! “Dur,” dedim. “Dur.” Danayı gerisin geri yerine bağladım.
Her damda en az bir semiz dana vardır Muammer Ağa. Amma kıyıda köşededir. Satmak istemez kimse, o yüzden kenara köşeye bağlar. Ben o gömüyü erken buldum. Köşede altın sarısına boyanmış, gel de beni al, diye cilve yapan semiz bir dana vardı. “Tamam,” dedim içimden. Hesabımız belli. “Şunu alacaz,” diye sarı danayı işaret ettim. Adam baktı gördü, hazine ortaya çıktı. “Yok ağa,” dedi. “O yediden aşağı olmaz.” Böyle zamanlar için paramı hazır tutarım. “Bak ağa,” dedim. “Bir öyle bir böyle bizi bozar. Ya öyle olsun ya böyle.” O an cebimden çıkardığım beş bini cebine sıkıştırdım. Paranın yüzü sıcaktır. Tırink parayı görünce eşekten düşmüş karpuza döndü. Fırsat bu fırsattır deyip danayı bağladım, Allah’tan balta olmadı. Hemen elini sıktım, “Hadi selametle,” deyip gaza bastım.
Biz gittikten sonra fırıldaklar ortaya çıkmış. “Danayı sattın mı?” diye sormuş karısı. Mahmut Ağa da “Onu satamadım amma sarı danadan epey kâr ettim,” deyince tepesine çullanmış. Çakıllı’dan çıkarken telefon geldi. “Getirin danamı,” diye tutturdu. Baktım gördüm, işin olacağı yok. “Tamam ağa,” dedim. “Geri getiririm amma yediye satarım danayı.” Ne mi yaptı? Vazgeçti tabii. Önce hık mık etti, baktı çıkış yok. İşin ucunda tüm köye madara olmak da var. “Hayrını gör ağa,” deyip kapadı.
Muhtar Rıfat mı? Ne anasının gözü çıktı o deyyus. Meğerse işin göbeğindeymiş. Mahmut Ağa danam satılmıyor, diye buna dert yanmış. “Sen paradan haber ver ağa, orasına karışma,” deyince, kârın dörtte birini hibe etmiş. Satıldığını duydu ya, kapısına dayanmış. “Ya onu değil, sarı danayı sattım,” dediyse de yok. İki saat başında ezan okumuş. N’apsın adamcağız, çıkarmış vermiş.
Yolda Niyazi’yi bir daha kekledim. Yolmuşken tam yolmak lazım deyyusu. “Niyazi,” dedim. “Parayı ben verdim, mal benim sayılır. Ya şu payımı arttır ya da danayı evime bağlarım.” Ayazda kalmış uyuz it gibi afalladı. Hazır lokma mal elden gidecek ya. “Yav emmi, yapma be…” diye sızlanmaya başladı. “Kes lan nağmeyi,” dedim. “Dediğimi yap yoksa götürürüm şerefsizim.” “Tamam emmi,” dedi o vakit, “kârın dörtte biri senin...”
Süleyman Çınar
Commenti