O gün cenazedeki herkesin hareket ve tavırlarından bu cenazede olmayı hiç beklemedikleri belliydi, sadece musalla taşının hemen yanındaki boşlukta toplanmış birkaç yaşlı adam bu durumu umursamaz görünüyorlardı o kadar, onların bu soğukkanlılıkları ise muhakkak ki bu olayın beklentileri dahilinde olmasından değil yaşlarının sayısını oluşturan yılların her birinde yaşadıklarının onları herhangi bir şeye şaşıramaz kılmış olmasındandı. Bu birkaç yaşlının biraz ilerisinde musalla taşının üzerinde yatmakta olan İbrahim Bey, şüphesiz ki tüm canlılar gibi böyle erken bir ölüm beklemiyordu. Yine onun birkaç adım ilerisinde ağlamakta olan kızlarından biri -büyük kızı Nalan- sevimsiz hıçkırıklarını sık sık keserek çevresine bakıyor ve kendisinin bu durumunu insanların ne derece bir merhamet ve takdir ile karşıladığını ölçmeye çalışıyordu. Nalan; asi, başına buyruk ve kıymet bilmez bir kızdı. İbrahim Bey, çoğu zaman işyerindeki arkadaşlarına onun bu tavırlarından dert yanar fakat yine de tam da evlilik çağında olan kızının kısmetine engel olmamak adına fazla ileri gitmezdi. Nalan’ın biraz ilerisinde kendinden üç yaş büyük ağabeyi Sinan, eşine sarılmış denebilecek ölçüde yaklaşmış belli ki bir şeyler anlatıyordu. Onların bu durumunu uzaktan gören Nalan’ın küçük kardeşi Canan, yanındaki annesini dirseğiyle dürterek onların bu hâllerini çenesiyle annesine gösterdi. Annesi -merhum İsmail Bey’in eşi Münevver Hanım- “Yine ne hinlikler peşindeler kim bilir?” diye yüksek sesle söylendi. Dört yıl önce eşi Berna ile evlenen Sinan’ın bu evliliği ailede bir türlü kabul görmemiş, açıkçası Sinan ve Berna da bu durumu gayet umursamaz bir tavırla karşılamışlardı. İşte tam da şu dakikada birbirlerinin dibine girmişler ve bu apansız ölümün değerlendirmesini -çoklukla şık olmayan tavırlar takınarak- yapıyorlardı, kayınvalidesinin ve görümcesi Canan’ın delici bakışlarından rahatsız olan Berna, umursamaz bir tavırla çantasından bir sigara çıkardı, daha da ilginci onun bu hareketinden daha umarsız ve şaşırtıcı bir hızla cebinden çıkardığı benzinli çakmağı ateşleyen Sinan, biricik eşinin sigarasını yaktı.
Cenazenin hemen yanı başında toplanmış birkaç yaşlı adam, yanlarına sokulmuş birtakım kişilerle koyu bir sohbete dalmışlardı; bunlardan en yaşlı olan, kulağının duyma yetisini bir ölçüde kaybetmiş olmasının da verdiği kısmî bir sağırlık ve cesaretle yüksek sesle etrafındakilere anlatıyordu:
“Oracıkta ölüvermiş adamcağız, tam da evine girecekken oracıkta, bahçe kapısının dibinde ölmüş, kalp krizi diyor doktorlar tabi ki öyledir emme doktorlar sadece onu bilir, kalp krizi der geçiverirler. Kalp krizi ya, kim bilir neydi adamın derdi de oracıkta kalbi duruverdi zavallının.”
Yanındaki kalabalık başlarıyla yaşlı adamı onayladılar ama yaşlı adam hızını almıştı bir kere. Az önceki gibi yüksek bir ses tonu ile devam etti:
“Adam oracıkta ölüvermiş de sabaha kadar kimse arayıp da sormamış garibanı. Öyle ya karısı var, çocukları var emme herkes kendi derdinde işte. Adam yemeğe gelmeyince de mi merak etmediniz? Ya sıcaktan koksaydı zavallı ya da yabani hayvanlar gelip yeyiverselerdi! Olmayacak şey mi canım, gömecek cesedi de kalmazdı herifçioğlunun…”
Bu sırada yanlarına gelip konuşulanlara kulak kesilmiş olan, İbrahim Semerci’nin çalıştığı vergi dairesinin çaycısı söze karıştı:
“Her gün aynı saatte dairede olurdu muhakkak, ne eksik ne fazla hiç değiştiğini, geciktiğini görmedim garibanın. O gün gelmeyince müdür beyin çayını verirken söyledim; bu adam gelmedi, bu işte bir iş var muhakkak dedim. Aman canım dedi bana, şimdi arasak yanlış anlar; kırk yılın başı geç kaldık idare edivermediler demesin şimdi, dedi. Sonra öğleden sonra tekrar çıktım çay vermeye, baktım polisler gelmiş sorular sorup dururlar müdürüme, geceden ölmüş meğerse gariban, öğlene kadar da bulan olmamış; öğlen olunca gari ben şunu bir arayım bakem demiş müdürüm. Karısı açıvermiş telefonu da haberimiz yok vallahi, bir odasına bakıverem demiş, bakmış ki odasında yok. Kızı gelmiş o sıra “Anne gece eve geldi mi ki babam?” diye sormuş, müdürüm duymuş telefonda öyle dediğini. Cin gibi adamdır benim müdürüm adama baktı mı gözünden sayar şeceresini.”
“Ben bu işten hiçbir şey anlamadım dedi, yaşını başını almış banka memuru. Muhakkak bir iş var bu işin içinde, öyle olur mu canım adam akşamdan ölecek, ertesi gün öğlene dek kimse anlamayacak, yok olmaz öyle şey. Muhakkak bir iş var bu işin içinde.”
İçlerinden en yaşlısı iyice uzamış sakallarını kaşıyarak konuşmasına devam etti:
“Orasını Allah bilir gari. Lakin rahmetlinin gece gelmemesi de garip gelmemiş kimseye besbelli. Garip huyları varmış diyip dururlar günahı boynuna; çalgılı çengili. Ama fasla değil asla bakmak lazım gelir tabii.”
“Şimdi şöyle,” dedi, arkasına doğru hafifçe gerneşerek, o ana kadar hiç konuşmamış olan mahalle muhtarı. Herkesin dikkat kesilmiş olmasından son derece memnundu zaten makamına uygun olarak takındığı bu tavır artık üzerine oturmuştu, hayli uzun süren bütün konuşmalarından önce yaptığı gibi cebinden kehribar rengi tarağını çıkardı ve saçını önden arkaya doğru bir kez taradı, sonra tarağını özenle arka cebine yerleştirdi. Herkesin söyleyeceklerini merakla beklediğinden emin olmak istiyordu:
“Şimdi şöyle… Bizim hanım, merhumun eşinin yakın arkadaşıdır efendim, olaylar tam olarak böyle değil. İbrahim Efendi, her zamanki saatinde akşam iş çıkışı evine doğru yola çıkmış hatta Manav Osman’a da uğramış, konuşmuşlar, dertleşmişler. Manav Osman çay söyleyiverem abi demiş amma İbrahim Efendi yok demiş, daha bizim oğlana -Sinan’a- uğrayacağım eve gitmeden, ne zamandır bize uğradığı yok keratanın demiş, düşmüş yola. Oğlanın eve kadar yürümüş, eve varıp kapıyı çalmış ki kapı duvar efendim. Evde kimseler yok, bu işe hayli şaşırmış, aslına bakarsanız çok da gücenmiş çünkü ayakkabılar kapıda, perdeler açıkmış azizim, ne devirlere kaldık. Geri dönüp eve gitmeye karar vermiş amma…”
Sözünün burasında yanlarına yaklaşan işçi emeklisi Burhan Efendi’ye keskin bir bakış attı zaten eskiden beri haz etmediği bu adam, son seçimde de karşısına rakip olma cesaretini göstermiş ve boyunun ölçüsünü alarak uzunca bir süre ortalıktan kaybolmuştu, şimdi yeniden meydanlara çıkarak görünür olmaya başlaması, yaklaşan seçimlerde de tekrar müstakbel rakibi olacağını gösteriyordu ve bu durumda yapılması gereken tek şey onu görmezden gelmekti, tarağını cebinden tekrar çıkararak bu sefer sigaradan sararmış bıyıklarını yukarıdan aşağıya doğru birkaç kez taradı fakat bu sefer arka cebi yerine ceketinin iç cebine koymayı uygun bularak konuşmasına devam etti, ortalıkta esen soğuk seçim rüzgârlarını ise herkes hissetmişti:
“Ne diyorduk efendim, evine gitmeye karar vermiş, hava da adamakıllı serinlemiş bu arada, yol boyunca yemiş akşam soğuğunu. Evine vardığında kapıyı çalmış, kapı orda da duvar. Anahtarı ile açmış girmiş amma evde kimseler yok, hanımını ararmış telefondan; ona da ulaşılamayıp dururmuş. Meğer karşı komşularına gitmiş kadın kızlarını yanına alıp. Neydi kadının adı Makbule canım he, Makbule Hanım... Hani geçen yıl kocası ansızın ölüverdi ya, korkuverirmiş yalnızlıktan, bunlar da analı kızlı gidip dururlarmış ona, Makbule Hanım da lafa çok meraklıymış zaten lafın sonu gelmez onun yanında der bizim hanım.”
Lafının burasında biraz duraksadı, verdiği son detayların gereksizliği kendini de bir miktar rahatsız etmişti, göz ucuyla istemsiz bir biçimde Burhan Efendi’ye baktıktan sonra devam etti:
“Vakit artık iyiden iyiye ilerlemiş tabii ki, malum İbrahim Efendi’nin hem şekeri hem tansiyonu var, bir şey yemeyince iyice eli ayağına dolaşmış zavallının, atmış kendini sokağa. Doğru çarşı lokantasına gidip oturmuş, aslında pek dışarıda yemez rahmetli; hem tuzludur, dokunur diye tansiyonundan korkar hem de bilirsiniz ya pintidir zavallı. Allah rahmet eylesin.”
“Ölünün ardından böyle konuşulmaz,” dedi Burhan Efendi. Tam da bu anı beklemişti. Ses tonunu artırarak devam etti:
“Ben otuz yıldır tanırım adamı, görmedim pintiliğini hem öyle bile olsa burası konuşulacak yer mi canım, fesuphanallah!”
“Sözlerini bitirir bitirmez de arkasını dönüp oradan uzaklaştı, amacı muhtarın sözünü dinlenmez kılmak, moda deyimle onu bir nebze olsun itibarsızlaştırmaktı fakat o uzaklaşırken sözlerine devam eden muhtar, yüzündeki müstehzi gülümsemeyle Burhan Efendi’nin bu son salvosunu çoktan bertaraf etmişti:
“Doğruya doğru efendim pintiydi zavallı ama oturmuş adamakıllı doyurmuş karnını, tuzlu işkembeler mi ararsın, ardından gelen acılı kebaplar mı, üstüne bir de bol şerbetli kadayıf… Düpedüz intihar efendim… Eve doğru yollanmış amma ne hâli kalmış zavallının, bahçe kapısını açıp içeri girince yığılıvermiş oracığa. Bu sırada karısı, kızları eve gelmiş ama bakmışlar herif yok dizilerini açıp izlemişler.”
Yaşlı bankacı kendini tutamadı tam söze karışacaktı ki durdukları yerin biraz ilerisinden gelen bir bağrışma bütün dikkatleri topladı; merhumun karısı, gelinine bağırıyordu, etraftakilerin şaşkın ve kınayan bakışları şu anda belli ki hiç umurunda değildi:
“Siz bana kusur bulacağınıza kendinize bakın a sümsükler, konu komşuya rezil olduk, herkesin dilinde; açmamışlar babalarına kapıyı der durur millet… Neydi zorunuz da adama bir kap yemeği çok gördünüz? Hele sen Sinan, hadi bu el kızı!.. Sen!.. Sünepe!”
Bu son sözünü öyle uzatmıştı ki çevrelerindeki herkes bu sözün Sinan’dan çok Berna’ya yönelik olduğunu anlamış ve dikkat kesilmişti, camii avlusunda hemen hemen kimsenin çıtı çıkmıyor, herkes bu düellonun galibini merakla bekliyordu; şimdi sıra Berna’daydı, omuzundaki çantayı seri bir hareketle çıkararak Sinan’a veren Berna, ellerini de beline koyarak bir kavganın bütün şekilsel normlarına artık boyun eğmişti, avludaki herkesin söyleyeceği hiçbir şeyi kaçırmaması için olanca gücüyle bağırarak cevap verdi:
“Hadi oradan kaynana, hadi oradan! Bizim evde olmadığımız yalanını sana söyleyen kimse, hiç arlanması yokmuş zavallının. Biz evde değildik, vallahi değildik ama sen… Sabaha kadar babacığım yattı kapının önünde, çıkıp bakmadın mı bu adam nerede diye, bunca zamandır telefonunu niye açmaz diye? Sümsük de sensin sünepe de!..”
Münevver Hanım, gelini ile arası her ne kadar kötü olursa olsun, ondan bu denli sert bir çıkış beklemediği için ne diyeceğini bilemedi ve son derece ilginç bir bayılma taklidi ile kendini hafifçe yere bıraktı. Düştüğü yerden bağırmaya devam ediyordu:
“Sinan, Sinaaan!.. Karını duymuyor musun Sinan?”
Bu esnada Nalan ve Canan, bir yandan çoktan yerle yeksan olmuş Münevver Hanım’ı düştüğü yerden kaldırmaya çalışıyor, bir yandan da ağabeylerine ve gelinlerine akla hayale gelmedik hakaretlerde bulunuyorlardı. Yaklaşmakta olan öğle namazını kıldırmak için cümle kapısının yanı başında duran imam efendi, artık olaylara müdahil olması gerektiğini hissetti. Sinan’ın yanına gidip omuzlarına dokunarak ‘’Haydi evladım, sen hanımını al götür buradan.’’ dedi. Esasında imam efendinin kastı Sinan’ın buradan gitmesi değildi, malum rahmetlinin tek oğluydu fakat bu öneriyi altın bir fırsata çeviren Sinan, karısının koluna sertçe girerek çevresindekilere bir sünepe olmadığını ispatlayan bir sertlikle onu avludan çıkardı ve arabalarına binerek evlerine yollandılar. Mahallenin kadınları ise Münevver Hanım’ın koluna girip onu düştüğü yerden kaldırmaya çalışıyorlar ve teselli edici sözler söylüyorlardı ki cami müezzini ezanı okudu, adeta merakla beklenen bir gala gecesinin bitişini andıran bir izdihamla camiye yönelen erkeklerin meydanı boşaltması ile bu geniş avlu, nihayet varoluş sebebine şayan bir sessizliğe büründü.
Cami, bu gibi cenaze törenlerinde hep olduğu gibi yine tıklım tıklım dolmuştu. Namaz kılındıktan sonra âdet olduğu üzere hızla musallaya yönelen kalabalık küçük çaplı bir izdihama neden oldu, yine de ortalık nispeten sakinleşmiş; namazında verdiği huşu ile bazı şeylerin üzeri sanki bir avuç toprakla örtülmüştü fakat bu kalabalıkta kimselerin dikkat etmediği bir husus birazdan su yüzüne çıkmakta tereddüt etmeyecekti. Bugünkü olumsuzlukların tamamını Muhtar Necdet’e fatura eden Burhan Efendi musalla taşına doğru homurdanarak yürüyordu:
“Neymiş? Cimriymiş, geçen cuma gözümün önünde yaşlı bir dilenci kadına bir banknot verdiğini gördüm rahmetlinin, banknot dediysem değerini bilmem.. Önemli mi, değil. Ama İbrahim Efendi’nin cimri olmadığını gösterir, bir de neyi gösterir bu muhtarın yarın bizlerin cenazelerinin ardından da böyle konuşacağını gösterir. Doğru mu efendim, haklı mıyım?”
İşçi emeklisi Burhan Bey, bu konuşmayı tam bitirdiği anda aniden yüzükoyun yere kapaklandı ama ne kapaklanma! Tombul ve yeni tıraşlanmış yanaklarından çıkan ses bütün avluda yankılandı fakat Burhan Bey çabuk toparlandı, emekliydi ama yaşlı değildi. Ayağa kalktığı an arkasına baktı ve Muhtar Necdet’le göz göze geldiler, bu apansız düşüşün nedeni muhtarın çelmesinden başka ne olabilirdi ki? Herhangi bir söze bile gerek duymadan Muhtar Necdet’e okkalı bir tokat aşk etti. Yediği tokatla sersemleyen Muhtar Necdet, aslında masumdu, önündeki kalabalığın düşüş esnasında dağılmasıyla birdenbire Burhan Efendi ile baş başa kalmıştı ve Burhan Efendi’nin kendisi hakkındaki sözlerinden bihaberdi. Yine de, o da karşı saldırıya geçmekte tereddüt etmedi, güçlü bir sol kroşe ile Burhan Bey’i ikinci kez yere yuvarladı. Neyse ki cemaat Burhan Efendi’nin tekrar ayağa kalkmasından önce ikisinin de etrafını sardı. Şimdi her ikisini de büyük bir kalabalık zapt etmeye çalışıyor ve her ikisi de bunun verdiği güçle birbirlerine birikmiş bütün kinlerini kusarak hakaretler ve tehditler savuruyorlardı, kim haklı olursa olsun, konu her ne olursa olsun böylesi bir yerde ahlak sınırlarını bu derece zorlayan sözler işitmek hiç hoş değildi, nihayet imam efendi bugünkü ikinci kavgasını ayırmak üzere olay mahallinin tam ortasına geldiğinde birazdan bütün topların kendi üzerin çevrileceğini muhakkak tahmin etmiyordu.
Yalnız bu son derece ilgi çekici kargaşaya, hararetli kalabalığa ve meşum kavgaya kısa bir süreliğine ara vererek caminin giriş kapısına yönelmemiz kaçınılmaz. Çünkü caminin giriş kapısından içeri sirenler ve kornalar eşliğinde giren bir ambulans, kısa bir süreliğine de olsa bu kalabalığın bile ilgisini çekmişti. Sert bir frenle şadırvana üç metre kala duran ambulansın görevlileri hemen aşağı inerek ambulansın kapısını açtılar, hâlâ ısrarla bayılma numarasına devam eden Münevver Hanım’ın koluna girmiş olan Nalan ve Canan, annelerini ambulansa bindirdiler ve bütün kuralları hiçe sayarak ambulans personeline annelerini asla yalnız bırakmayacaklarını ve onunla hastaneye geleceklerini, eğer biraz daha oyalanırlarsa annelerinin olası ölümlerinden sadece onların sorumlu olacağını hiç şık olmayan ve çok net bir tavırla anlattılar.
Ambulans güçlü sirenlerini çalarak oradan uzaklaşırken İmam Bekir Efendi konuşmasına başladı:
“Bu olanlar hiç doğru değil, yeri de burası değil efendiler! Burada olur mu böyle bağırışlar, küfürler?.. Hem daha merhumu defnetmeden, hiç doğru değil. Olmuyor efendim olmuyor!”
“Peki, doğru olan ne?” dedi, yaşlı banka memuru. Herkesin bakışları bir anda ona yöneldi. Tarih öncesi bir agorada hem felsefi hem de politik bir konuşmaya imza atmak üzere olan bir site yöneticisi kadar ciddiydi:
“Doğru olan nedir imam efendi? Mesai saatleri dahilinde bir bakkal dükkânı işletmeniz mi, yoksa bakkalınız için son derece uygun koşullarda aldığınız düşük faizli kredi mi?”
Yaşlı banka memuru, sözlerini bitirir bitirmez cemaatten yükselen sesler herkesin bir koro halinde ona hak verdiğini gösteriyordu hatta Burhan Efendi bile dudaklarının kenarındaki bir parça kanı mendiliyle silerken başını sallamayı ihmal etmemişti, şimdi koluna girmiş birkaç kişiyle abdestini tazelemek üzere şadırvana doğru ilerliyor ve muhtar ile imam arasındaki benzerliklerden yola çıkarak bazı derinliksiz kamusal analizlere imza atıyordu.
Kısa süreli bir şaşkınlık geçiren imam efendi ise ne diyeceğini bilemedi, uzun uzun başını salladı, şaşkın ve kızgındı söyleyecek şeyleri vardı lakin burası gerçekten de yeri değildi yine de makamına uygun olarak asaletini bozmadı ve son derece ironik şu sözü söyleyerek cemaatin önüne doğru ilerledi:
“Buyrun cenaze namazına!”
…
Namazı kıldırdıktan sonra arkasına dönen İmam Bekir Efendi, cemaatin hemen hemen yarı yarıya azaldığını gördü, bu durumdan çok da şikayetçi olduğu söylenemezdi. Cemaati, tabutu cenaze aracına taşımak üzere davet ettiğinde ise âdet olduğu üzere bu kalabalığın bir miktarının daha avluyu boşalttığını gördü. En nihayetinde merhum İbrahim Semerci’nin tabutu cenaze aracına yerleştirildi; İmam Bekir Efendi, ön koltuğa şoförün yanına yerleşti ve mezarlığa doğru harekete geçildi.
Mezarlığa geldiklerinde araçtan inen Şoför Rıza ve imam efendi, durumun vahametini ancak burada idrak edebildiler. Merhum İbrahim Semerci’nin tabutuyla baş başa kalmışlardı ve arkalarından gelen birileri de yoktu; imam efendi, merhumun oğlunun karısıyla birlikte cami avlusundan çıkışını, karısının ve kızlarının da ambulans ile olay yerinden uzaklaşışını bir film şeridi gibi zihninden geçirdi, “Hâlbuki ben oğluna sadece karısını uzaklaştırmasını söylemiştim, babasının tabutunu böylece bırakıp gitmesini değil, hiç olacak şey mi canım?” diye söylendi. Devam edecekti ki son model bir arabanın mezarlığın önünde durduğunu gördüler. Merak ve umut içerisinde arabadan inecek kişileri beklemeye başladılar, öyle ya altı kolluydu cenaze tabutu ve sadece iki kişiydiler.
Arabadan ilk olarak sürücü koltuğundaki kişi indi. Bu, İbrahim Semerci’nin çalıştığı vergi dairesinin müdürü idi. Yanındaki kapıdan çıkan ise muhtarın oğlu Sefer’di; muhtar, hiçbir işe yaramayan bu oğluna çeşitli dalavereler ile geçici bir memuriyet ayarlamış ve nasıl olduysa son derece hayta olan bu oğlan birkaç gün önce kadroya bile geçebilmişti, şu anda burada olmasının sebebi ise babasının görevlendirmesine binaen onu temsil etmekti. Arka koltuktan ise Manav Osman ve vergi dairesinin odacısı indiler. Onları gören İmam Bekir Efendi, sevinç içinde “Tamam.” dedi, “Şimdi altı kişi olduk.”
Hep birlikte cenazeyi omuzladılar ve yola çıktılar, bu yolun bu kadar zorlu ve uzun olduğunu da yolculuk sırasında fark ettiler, hiç değişemeden taşıdıkları tabut giderek ağırlaşmış ve kan ter içinde kalmışlardı. İbrahim Bey’in tabutunu toprak yığınlarının üzerine son bir gayretle bıraktıklarında hepsi de garip bir tenasüp ile son nefeslerini vermek üzereydiler. İmam efendi, oturduğu yerde mendilini çıkarmış alnındaki terleri siliyor, diğerleri de biriken toprak yığınlarına bakarak bu son görevin de yine kendilerini beklediğini düşünüyorlardı. Harekete ilk geçen Sefer oldu “Babam çok sinirliydi yanına varıverem de bir delilik yapmasın şu Burhan Efendi’ye.” dedi ve hızla uzaklaşmaya başladı, onu gören vergi dairesinin müdürü toz toprak olan takım elbisesini çırpmakla meşguldü, bir yandan üstü başını silkelerken bir yandan da “Ben de artık gideyim mesai beklemez.” dedi ve yola koyuldu; odacı Hayrettin Efendi’nin zaten ondan bağımsız hareket etmesi düşünülemezdi, onların da ayrıldığını gören Manav Osman “Müdürüm beni de dükkanın önünde atıverseniz yolunuzun üstü gari.” dedi ve peşlerine takıldı.
Sırtlarını çam ağacına yaslamış nefeslenmeye çalışan imam efendi ve Şoför Rıza birbirlerine baktılar ve uzun bir müddet hiç konuşmadan baş başa öylece oturdular, sessizliği imam efendinin neden sonra çalan telefonu bozdu. Telefondaki ismi görünce gayrı ihtiyari ayağa kalkan imam efendi kendisini arayan Müftü Ali Osman Bey’e bugünkü olaylar ile ilgili malumat vermeye başladı. Bütünüyle garip olaylar barındıran bugünün müftü beye olduğundan da tuhaf aksetmiş olması kaçınılmazdı. İmam efendi, müftü bey sözünü duyunca kendisi gibi hızla ve istemsiz olarak ayağa kalkan Şoför Rıza ile birlikte bir yandan telefonla konuşurken bir yandan da cenaze aracına doğru ilerlemeye başladılar. Müftü bey telefonu kapatıp konuşmayı sonlandırdığında her ikisi de cenaze aracına oturmuş gitmeye hazırdı. Müftü bey ile oldukça uzun ve resmî geçen konuşması -ki bu konuşma burada değinmek istemediğimiz kadar bürokratik terimler, dostça tavsiyeler ve profesyonel tehditlerle doluydu- zihnini büsbütün karıştırmış ve merhumun açıkta kalmış tabutunu tamamen unutmuştu. Konuşmanın bitmesiyle cenaze aracını hızla çalıştırarak yola koyulan Rıza Efendi ise tabutu düşünmüş fakat sorumluluk duygusundan uzak olmasının verdiği avantaj ve ‘ikindide de nasılsa bir cenaze olur yahu’ fikriyle bu konuyu şu anda zaten düşünceli olan imam efendiye tekrar açma gereği duymamıştı.
…
Merhum İbrahim Semerci, bütün hayatı boyunca olduğu gibi yine hiç de beklenilmeyen bir anda yapayalnız kalmıştı. Bu garip topluluk onu orada öylece bırakıp uzaklaştıktan sonra çevreden geçen birkaç kişi hayret ve üzüntüyle onun tabutuna uzun uzun baktılar. Bu durum kendisine tanık olan herkeste bir şaşkınlık, sarsıntı ve koyu bir keder uyandırmıştı ama eğer Sayın İbrahim Semerci bu olayları görebilseydi şüphesiz ki hiçbir şaşkınlık yaşamaz, bütün olanları büyük bir olgunluk içinde kabul eder ve sessizliğini muhakkak korurdu.
Tamer Uğur
Comments