Her şeyin maddi ve manevi bir karşılığı vardır. Terimler; harflerin ve tanımların mürekkebiyle olduğu kadar duygu ağlarının ipliğiyle örülürler. Söz gelimi yerçekimi, ne tür bir kanundur kendisi? Ne kadar soyut yahut ne kadar somuttur etkisi. Bir ağaçtan düşen elmayla, omuzlara çöken ağırlığın etkisi aynı kanunun formülüne mi tabidir? Bir kilo demirle bir kilo pamuk eşittir de bir kilo sevinç hangi tartıda ağır gelir?
İstekler diyorum kendi kendime. Her ne kadar özün yansıması olsa da onların da kendilerine ait bir ağırlığı vardır. Elbette gölge ile uzuvların ağırlığı gibi bir karşılaştırmayla aklı melaikelerimi serbest bırakabilirim. Ama üzerinde doğrusal olarak ilerlediğimiz zaman çizgisinde, isteklerimiz gerçeklemeyince ne kadar da ağırlaşırız. Peki, bu ağırlığın zaman üzerinde bir etkisi yok mudur? O an duyguları yere çeken eğilim ile zamanın çizgisini belirsizleştiren eğilim aynı anadan doğmadır. Yoksa üç saattir aradığım Boran’ı, nasıl üç aydır aradığımı söyler ki ayaklarım.
Boran’ı bulamamanın ihtiyari ağırlığını düşündüğüm bu vakitlerde, suya doymuş bir süngerin ağırlığıyla ilerliyor zaman. Her köşe başında bir heyecanla etrafıma bakıp, bulmanın rahatlığına kavuşayım diye düşlerken eve varmak istemeden eve doğru yürürken buluyorum kendimi. O an tutup muhafaza etmek isterdim kendimi. Zamana ve beni ufalayan her şeye karşı zırh kuşanıp varlığıma daimilik ekleyip ruhuma sinen faniliği üflemek isterdim. Çünkü bulamamanın ağırlığıyla eve vardığımda her bakışta suya batıp çıkan zamanın nefessiz kalan ciğerleri benim göğsümden aman diler ve her soluğu dudaklarımdan çekerdi.
Kendine bile yetemeyen bir insanken şimdi zamansızlığa ruh katmakla nasıl mevzilenebilirdim ki? Umarım babam bulmuştur Boran’ı. Niye bulamasın ki? Babalar çocukların umutlarına dair güvence olarak yaratılmamışlar mı? Yoksa niye öksüz olanların başı eğik olsun ki?
Sevgili babamız, lütfen babam bulmuş olsun Boran’ı.
Zamansızlık, içimle dışımın tutarsızlığı, kırmızı kiremitli evimizin bacasından yükselen cılız ve kıvrak duman, yıllardır fotoğrafların arkasına iliştirilmiş yazılardan doğan bir keder, bir sandalyenin boşluğundan yükselen sessizlik ve 2003 depreminde devletin; tek millet, tek devlet, tek dil üçlemesine eklediği tek konutun sonucu birbirinin kopyası olan köyün haneleri… Birbirine tıpatıp benzeyen bu evlerin içindeki söylemler de zamanla o kadar bütünleşmeye başladı ki sevinçlerimiz de hüzünlerimiz de bir denklemin formülüyle mekanikleşti. Eee devlet dediğin nizam sahibidir. Saati her meydanda aynı rakamları gösterir. Aksi takdirde bunca insan, bunca saat, bunca rakam, bunca zaman, bunca ev, bunca heyecan, bunca arayış, bunca kayboluş, bunca mutluluk, bunca hüzün hepsi büyük bir karmaşayla kül olurdu.
Eski hanelerin kendine has kişilikleri bulunurdu. Her ev ayrı bir insan, ayrı bir sıcaklık olarak çıkardı karşıma. Çamurdan yapılmış bir evin, kupkuru yaz sıcaklığında ani bir yağmurun bastırması sonucu renk değiştirmesi, evlerin de duygu barındırdığını düşündürürdü. Ancak bu beton yığınları yıkılsa bile renk vermiyor insana. Gerçi insan bu evlerin içinde kendi rengini de kaybediyor ya. Rahmetli dedem, depremden kurtulmasına rağmen yıkılan evinin kederiyle günden güne eriyip yok olmuştu yeryüzünden. Ne bir rengi ne de belirtisi kaldı ondan geriye.
Evimizin bahçe kapısına vardığımda, evdeki sessizlik bir tedirginlik olup çöktü omuzlarıma. Kapıyı, ses çıkarmadan açıp girmek istedim bu karanlık mağaraya. Yabancı bir yuvaydı burası. Soğuk duvarları yazın serin olsa da kışın asla ısınmazdı. Bu yüzden kimse mindersiz sırtını duvara yaslamazdı. Ben de ruhani bir minderle sırtımı duvara verip eve girdim. Annem sobaya, secde eder gibi önünde eğilmiş. Sobanın altındaki deliğinden onu kızıştıran sözler sarf etmekteydi. Benim geldiğimi fark edince bakışları yüzüme değdi. Gözleriyle sorduğu soruya; bakmadığım yer kalmadı deyince sobaya ettiği sözler, kaba bir şekil almaya başladı. Ancak sobanın da bu kabalığa bir karşı hamle olarak dumanlı bir öfke kusması beni pencereye yönlendirdi. Pencereyi açıp sobanın arkasında büzüşüp yok olmaya çalıştım o an. Çünkü rahatsız olduğum bir varlık mevcuttu bu evde. Sürekli bir memnuniyetsizlik taşıyan bir ağız tarafından azarlanmak insanı eksiltiyor varlığından. Onun için kendi imkânlarım dâhilinde dizlerimi göğsüme çekip kendimi katlamak istedim. Boran geldi aklıma. Umarım babam bulmuştur dedim sessizce. Aslında sonbaharın aç kurtları olmasa bu kadar dert etmezdim ya. Ama geçenlerde ilhan amcaların insan takvimine göre on bir yaşında olan köpeğini derenin öbür yakasında parçalayıp yemiş kurtlar. Köpeğe bunu yapanlar Boran’ı hayli hayli parçalar. Eee canlı değil mi aç kalmamak için kendini bile yer sonunda.
Sobanın arkasına oturduğumdan beri kasıklarımdan ayak parmaklarımın ucuna kadar ince bir sızı gezinmeye başladı. Saatlerdir o kadar yürümeme rağmen hissetmediğim yorgunluk nedense durduğum an hissettirmeye başlamıştı varlığını. Ayaklarımdaki sızının rahatça dolaşıma geçmesi için ayaklarımı uzattığımda bahçe kapısından bir ses yükseldi. Evet, babam geldi deyip fırladım kapıya. Ancak kapıda babamın önüne eğik bakışlarını gördüğümde, babama yaklaşmadan baba diye seslendim. Babam bakışlarını yerden kaldırmadan nereye baktıysam yok, yer yarıldı da içine girdi bu hayvan oğlu hayvan diye öfkeyle açtı ağzını. Babamdan beklediğim umut da boşa çıkınca tekrardan sobanın arkasına döndüm.
İçimde bir kırıklık oluşmaya başladı. Sanki bu gece bulamazsak bir daha bulamazmışız gibime geliyordu. Gözlerimi kapatıp Boran’ı düşündüm. Babam onu Koçerlerden almıştı. Boran’ın boynundaki eski yıpranmış ipin diğer ucunu da sağ bileğime bağlamıştı. İşte o zamanlar örülmüştü aramızdaki ilişkinin ağları. Onu kendimin devamı gibi hissederdim. O koşarken kendi ciğerlerimde yankılanıp duran bir gürleme, göğsümde beliriverirdi. En çok da Recep Hoca’nın cuma vaazında ölen bir Müslümanı betimlerken tıpkı bir atınki gibi aldığı abdestlerden dolayı anlı ak, kolları ve ayakları bembeyazdır dediği gün Boran’ın alnındaki ve dört topuğundaki beyazlığı düşünüp demek ki Boran da Müslüman deyip mutlulukla gülümsemiştim.
Babam odaya geldiğinde kapattığım gözlerimi açıp doğruldum. Ancak bu sefer gözlerimi karşımdaki duvara dayadım. İnce sıvanın üzerine çekilmiş açık sarı bir renk vardı. O kadar çok baktım ki duvara aniden sarı bir dünyanın içinde buldum kendimi. Hafif adımlarla ilerlediğimde kocaman bir çınar gördüm. Yapraklarından gövdesine kadar her zerresi sarının ayrı bir tonuyla zarafet dağıtıyordu etrafına. Ağaca yaklaştığımda, ağacın alt tarafından sarı bir ırmağın geçtiğini gördüm. Suyun ilk defa bir renk taşıdığını fark ettim. Suyu gördüğüm o an içimdeki susuzluk dudaklarımda hissettirdi kendini. Suya yaklaşıp içmek istedim. Sarı ırmağın kıyısına vardığımda yüzükoyun uzandım suya. Suda sarı bir adam gördüm o an. Saçlarından tutun göz rengine kadar her zerresi sarı olan bu şahıs ben miyim acaba. Suya dudaklarımı yaklaştırdığımda, sudaki adama daha çok yaklaştım. Adamla dudak dudağa geleceğim an deminki sarı ağaç aniden devrildi suyun ortasına. Ürkmüş bir ceylan gibi fırlayıp kaçmak istedim. O kadar hızlı koşuyordum sarı tişörtümden sarı ter damlaları akmaya başladı. Soluk soluğa hissediyordum kendimi. Dönüp arkama bakmak istedim. Ama arkama bakar bakmaz ayağımın takıldığı sarı bir taş, savrulmama sebebiyet verdi.
Düştüğüm andan beri bir boşluğun içindeydim sanki. Etrafımda sessiz bir uğultu vardı. Bağırmak istiyordum ama dilimin konuşma işlevi körelmişti sanki. Ağzımı açıp haykırmak istiyordum tekrardan ancak aynı boşluk aynı uğultu. Düştüğüm yerden doğrulup kalkmak istedim. Avucumla alnımdaki teri silerken gözlerim, yakınımdaki bacak boyu uzunluğundaki çubuğa takıldı. Demin ben bu çubuğun üstünde mi koşuyordum yoksa bir cadının süpürgesi gibi bu çubuk mu beni buraya kadar getirmişti. Doğrulup çubuğa yaklaşırken çubuğun ucundan hafifçe kan damlıyordu. Şu ana kadar gördüğüm her şey sarıyken ilk defa bir şey rengini koruyordu. Çubuktan akan cılız küçük kırmızıya yaklaştığım an babamın elini gördüm o an. Duvardaki sineği avucuyla öldürmüştü. Derin bir nefes çekip anlımdaki teri silerken babam uğultulu bir sesle; sobanın arkasında piştin, baksana nasıl terlemişsin, kalk da kuranı getir diğer odadan hem kendine gelirsin dedi.
Kendime geldiğimde sarı evrenden uzaklaşmıştım. Baktığım her şeyin kendine ait bir rengi vardı şu anda. Ama bu renkler bu nesnelerin mi yoksa benim miydi? Acaba aynı nesnelere bakan başka biri aynı renkleri mi görür karşısında diye düşünürken babamın kuranı getir anonsunu bir daha yankılandı kulağımda.
Sobanın bulunduğu sıcak odadan çıkınca keskin bir soğukluk çıktı karşıma. Adımlarımı hızlandırıp misafir odasına girdim. Kuran bu odada beyaz kılıfının içinde duvara asılmış bir şekilde muhafaza ediliyordu. Annemin beyaz bezlerden yaptığı kılıf bir gelinlik gibi göz kamaştırıyordu. Misafir odasının yerlisi olan kuranı, kılıfından çıkartmadan önce öpüp anlıma koydum. Kılıfından çıkardıktan sonra aynı rutini tekrarlayıp sobanın bulunduğu odaya gittim.
Odanın kapısından girer girmez babam misafir gelmiş gibi doğrulup oturuşunu düzelti. Babama kuranı uzattım. Ancak o bana hiçbir açıklama yapmadan Yasin-i şerifi aç dedi. Bunca yıl hiçbir şeye açıklama getirmeyen babam elbette ne yapmam gerektiğini söylemenin dışında herhangi bir izaha ihtiyaç duymuyordu. Hâlbuki annem böyle değildi. Her ne kadar sürekli yakınsa da hep bir anlama ve açıklama telaşı içindeydi. Kimi zaman bir günahı izah ederek rahatlama, kimi zaman da bir sevabı tanıştırma gayretiyle ha bire anlatıp aydınlatırdı gidilecek yolu. Babam ben yap diyorsam yap deyip insanı bir araç haline getiriyordu.
Bir araç işlevi görüp Yasin-i şerifi açtığımda 8. Ayeti sesli okumaya başla dedi. Besmele çekip ayeti okumaya başladığımda babam; küçük lepiska tenli, sedef işlemeli çakısını önce açtı, sonra da ben ayeti bitirene kadar yavaşça kapattı. Bir gözüm okuduğum Arap harflerinin eğilip bükülmesindeyken diğeri çakıdaydı. Ayeti bitirdiğimde babam kuranı yerine bırakmamı söyledi. Kuranı alırken yaptıklarımı, bırakırken de tekrarlayıp onu misafir odasının duvarında yalnız bıraktım.
Odaya geldiğimde babamın yakınına oturup sessizliğimle bir izah beklediğimi anlattım. Sessizlikle konuşmaya başlayan babam, annemin aksine 29 harflik bir alfabeyle değil topu topu dört-beş harften oluşan bir alfabeyle konuşuyordu. O an konuşmaya başladığında da herhangi bir soruya mahal vermeden kurdun ağzını kapadık dedi sessizce. Şaşkınlıkla anlamsız bir hal alan gözlerimi babama çevirince, Yasin-i şerifin 8. Ayetini okurken çakıyı kapatırsan o gece kurdun ağzı kapanır dedi. Ha unutmadan sabah da o kurdun ağzını açmak için çakıyı açman gerek, yoksa hayvanın günahına gireriz dedi.
Hiçbir şey anlamıyordum. Biz nasıl bir ayet okuyup çakıyı kapatınca kurdun ağzı kapanır ki. Hem babam o kadar emin ki ağzın gerçekten kapanacağından, bir de sabahleyin ağzını açalım da günaha girmeyelim diyor. Hadi onu da geçtik bu çakı kaç tane hayvana ölüm zinciri olmuştu. Şimdi nasıl Boran’a kurtuluş olur ki. Daha dün gibi aklımda bu çakıyla kesilen horozun başsız çırpınışları. Zavallı horoz başı gövdesinden ayrılmasına rağmen kaç dakika boyunca kanlar içinde didinip durmuştu. İlk defa o gün tanık olmuştum, bir canlının bilmem kaç dakika bile olsa başsız yaşayabileceğine. Acaba insanlar da böyle midir? Başı kesilince yaşarlar mı? Amaaan niye yaşamasınlar ki, bunca devlet varken insana baş mı gerek diye söylendim içimden.
Babam izahını oluşturan dört-beş harflik alfabesini tamamladıktan sonra, alışık olduğum sessizliğine gömüldü. Çocukluğumdan beri bu susmaların belli bir sıkıntıyla bağını kurar, sürekli mutsuz bir ailenin ıstırabıyla kendimi kurcalardım. Hâlbuki babam susmanın eski evlerindendi. Mutluluğunu bile suskunluğuyla çoğaltıp gözleriyle dağıtırdı etrafına.
Saat iyice ilerlemişti. Yan odada, annemin serdiği serin yatağıma geçmek için izin isteyip kalktım yerimden. Sobanın sıcaklığında o kadar mayışmıştı ki biraz daha kalsam uzuvlarım eriyip yok olacaktı odada. Pantolonumu çıkartıp katladım yatağımın ucunda. Her kış annemin zoruyla giydiğim içlik ve kazağımı çıkarmadan geçtim yatağa. Yorganı yüzümün üstüne kadar çekip soluğumun sıcaklığıyla onu ısıtmak istedim. Çektiğim her soğuk oksijene karşı sıcak bir karbondioksit veriyordum yorgana. Yorgan ısınınca birazcık aşağı çekip tavana baktım. Sobanın arkasındayken düşlediğim sarı dünya, devrilen çınar, sapsarı akan nehir, takıldığım taş ve her şeyden öte bacak boyu uzunluğundaki çubuğa takıldı aklım.
Çubuğun ucundaki kana odaklandı bakışlarım. Yaklaşıp kanamayı durdurmak istedim. Çubuğun kanayan yerini tuttukça akan kanın arttığını gördüm. Çubuğu bıraktığımda, burnumdan üst dudağıma doğru bir ılıklık hissettim. Elimin tersiyle burnumu temizlediğimde burnumdan kan aktığını gördüm. Burnumu, az ilerdeki sarı nehirde yıkamak için biraz ilerledim.
Suya vardığımda eğilip burnumu temizlerken damlayan kırmızı lekelerin suda yok olduğunu fark ettim. Su sanki hiç kirlenmemiş gibi ilk berraklığını koruyordu. Eğildiğim yerden doğrulup kalktım. Islak ellerimle saçımı düzeltip derin bir oh çektim. Tam sağa döndüğümde deminden beri sarı akan nehrin kıpkızıl bir sel halinde ilerlediğini gördüm. O kadar korktum ki gördüğümden. Arkama bakmadan koşmaya başladım. Tüm dünyayı silip süpürecek bir seldi bu. Ama daha hızlı koşmalıydım. Soluksuz ilerliyordum. Yanımdan ağaçlar, taşlar, çiçekler eksiliyordu durmadan. Hayır, sadece koşup kendimi kurtarmak yetmez dedim. Kaçın diye bağırmalıyım. Yalnız ben kurtulursam buna kurtuluş denmezdi ki. Avazım çıktığı kadarıyla bağırmak istedim. Ancak hiçbir ses çıkmıyordu ağzımdan. Söylemek istiyordum ama kelimeler karnımdan yükselip boğazıma gelince istemsizce duruyordu. Tüm kelimelerin sustuğu o anda aniden sırtıma doğru bir soğukluk hissedip yüz üstü çakıldım yere.
Bir uğultu vardı etrafta. Sesten sıyrılmış bir boşluğun uğultusuydu bu. Kendimi kendimin dışında hissediyordum sanki. Olduğum yerde durup odaklanmak istedim uzaktan gelen bu sese. Aniden her şey durdu. Sadece bir at kişnemesi. Evet, bu Boran deyip güldüm birden. Sesin geldiği yere doğru ilerledim. Annemin sesi yankılandı. Gözlerimi açtığımda karşımda annem vardı.
“Kalk, kalk Boran’ı derenin öbür ucunda yemiş kurtlar,” dedi, telaşla.
Tayfun Çelebi
Comments