“Ablam anlattıydı, ona da Tahir amcanın kızı anlatmış... Neydi adı?”
“Samiye aba.”
“Hah! O anlatmış. Annesigil Konya'ya gitmişler. Bunu da onlara bırakmışlar yalnız kalmasın diye.”
“Eee?”
“Sonra işte, gece tuvalete kalkmış, odadan çıkacakken salonda onu görmüş.”
“Kimi?”
“Gelini işte. Bembeyaz gelinliği varmış. Bir kapıdan çıkıp yürümüş, sessizce öbür odaya girmiş. Hiç dönüp bakmamış buna, şeye…”
“Samiye abaya.”
“Hah işte.”
“Korkmamış mı ya hiç? “
“Korkmuş tabii oğlum. Hemen yatağına dönüp saklanmış. Sabaha kadar da uyuyamamış. Sabah kahvaltıda evin kızına söylemiş, o da...”
“Eee?”
“Annem mi çağırıyor?”
“Yok lan, sen söyle.”
“He işte, o da demiş ki, ooo biz onu hep görürüz, demiş.”
“Hadi lan!”
“Valla oğlum!”
“Koşuuun, Melâat uyandı!”
Yıkıntıya koşarak yaklaşan çocuk bunu deyince, hepsi hareketlendiler. Beş yaşından on bir yaşına kadar karışık bir çocuk grubuydu çağrıya uyan. Hepsi de sevinç ve merak içinde koşturdular sokağın alt başına. Melâhat uyanmıştı!
Seksenli yılların ortalarında, ufak bir kazanın merkez mahallesinde yaşayan bir avuç çocuktular. Babaları ilçenin tek gelir kaynağı devasa fabrikanın dişlileri arasında, anneleri ise yemek, çamaşır, bulaşık üçgeninde ömür tüketen bir avuç çocuk. Evleri iki katlı ve cumbalı, sobalı ve kedili idi çoğunun. Fakir fesleğenler, samimi sardunyalar sarkardı cumbalarından sokağa.
Bitişik konakla ilgili duyduğu hikâyeyi anlatmıştı az evvel, çizgili tişörtlü çocuk. Kendisinin ilk duyduğunda korkup gece annesinin yanında yattığı gibi -tabii bunu diğerlerine asla anlatmazdı- öbür çocuklar da korksun diye ballandıra ballandıra anlatmıştı. Ufaklıklar daha fazla etkilenirdi böyle cinli perili hikâyelerden. Hikâyeden en çok korkan, babası otobüs şoförü olan çocuk olmuştu. Zaten adam haftanın yarıdan fazlasında evde olmadığından, geceler ona daha karanlıktı.
Koşarak geldiler sokağın alt başına. Lastikleri ineli, camları kırılalı yıllar olmuş paslı bir arabayı ev edinmişti Melâhat. Tahmin edileceği üzere bilinen tam adı Deli Melâhat'tı. Geçmişini bilene henüz rastlanmamıştı. Ayhan Işık filmlerinden fırlamış ve son durağı o köşe başı olmuş gibi görünen 'kanatlı' arabanın pencerelerini çuval ve kumaş parçaları gererek kapatmış, içinde yatıp kalkıyordu. Gündüzleri de sokak sokak, çarşı pazar dolaşıyordu amaçsızca. Ona sadece mahallenin kadınları iyi davranırdı. Yemek, giysi verirler, bazısı evine alır banyo ettirirdi. Toplumun cevap bulamadığı sorulardan biriydi. İleriki yıllarda belediye ev de verecek, içi dayanıp döşenecek ancak o yine kaçıp sokaklara sığınacaktı. Şimdilik, çocuklar için eğlence idi, postane sokağında. Hayattaki her şey gibi...
“Çocuğu vağmış ufak, hastalıktan ölmüş, ondan deliğmiş Melâat.”
“Yok oğlum, ben duydum, kocası çok dövmüş, kafasına vurmuş hep, ondan böyle olmuş.”
“Yok lan ondan oluğ mu hiç!”
R'leri söyleyemeyen çocuğu inandıramazdı tabii bu sebep. Öyle olsa annesi delirirdi en başta.
“Valla bak, abim anlattı. Bu şavrole de kocasınınmış zaten.”
Melâhat yine bir nâra savurdu bunlara, çil yavrusu gibi dağıldılar. Günlük rutinlerinden birini daha gerçekleştirmenin mutluluğuyla yıkıntıya döndüler.
Büyük çocuklardan biri kremalı bisküvi getirmişti kese kâğıdında. Birer birer yemeye başladılar. Yiyenlerden biri -fazla kilolu olanı- ilk orucunu tutuyordu o gün. Dün çok ısrar edip sahura kaldırtmıştı kendini zorla. Ailesi, dayanamazsın, diyordu ya bak, öğlen olmuştu neredeyse ama hâlâ dayanıyordu işte! Hatta ta dünden bakkala gidip iftariyelik çikolata almıştı kendine ödül olarak. Dolaba koymuştu. İftardan sonra yiyecekti.
“Oğlum hani sen oruçtun?”
“Anaaa, tüh!”
“Heh heh he.”
“Bilerek yemediysen bozulmaz, ağzını yıka git de!”
Eve koştu. Ağzını yıkadı. Arkadaşına inanmak istiyordu. Ağzını yıkamış ve hiç yememiş gibi olmuştu. Orucuna devam edebilirdi. Ailesi de fark etmemişti hem. Ama birden dolabın önünde buldu kendini. İçindeki gelgitleri engelleyememiş, orucunun nasıl olsa bozulduğuna hükmetmişti kendi kendine. O çikolata da orda durmasaydı.
“Koş, koş, gâvur karıncaları ezecez!”
İşte bu tam bir soykırımdı. Yıkıntıda bazen bir karınca yuvası peyda olur; hemen karıncaların rengine bakılırdı. Siyahsa Müslüman, kırmızı ve büyükse gâvurdu. Tepişerek ezerlerdi gâvur karıncaları. Ayrımcılığın derinlere nüfuz ettiği topraklarda, karıncalar da nasibini alırdı bu bölünmeden. Geçen hafta sünnet olan çocuk tepinmedi sadece. Acıyordu daha.
Sünnet düğünü çok güzel olmuştu. General kıyafeti giymişti sünnetten önce davul zurna gölgesinde oynarken. On iki Eylül sonrası yıllardı. O yıllar öyle giydirilirdi sünnet çocukları. Davetli arkadaşları da benzer sünnet üniformalarıyla gelmişlerdi. Bir grup komutan, sünnetçiye darbe yapmayı planlıyor gibiydi. Darbe kalkışması kanla bastırıldı!
“Yağmur yağsa da çivi oynasaydık,” dedi sandaletli çocuk. Babası inşaatta çalıştığından en büyük çivi ondaydı. Her yağmur sonrası sokağa ilk o fırlardı.
Kızartma kokuları sokağı acıktırmaya başladığında akşam oluyordu. Eve çağırılanlar koştu birer ikişer. Minaredeki akşam ezanı, son çağrıydı. Babası otobüs şoförü olan çocuk istemeye istemeye giderken, eski evdeki gelini düşünüp korktu yeniden. Ablası ne derse desin, annesiyle o yatacaktı bu gece.
Uğur Demircan
Comments