Hüzün değer geceye, yağmurun pencereye değen usul pıtırtılarıyla demlenir, sigaramın dumanıyla kaplar ciğerlerimi de nefes alacak yer bırakmaz bana. Oda soğuk, ben aciz, hayatsa bir garip artık...
Belki soğuk değildir de ben üşüyorumdur bilemem, gençliğimin yağmurlarında üşümediğimi hatırlarım. İçimi bir burukluk kaplar.
Ne değişir de beni bu hâle getirir, yaşadıklarım mı, acılarım mı, kaybolan umutlarım mı kafa yoramam artık sadece düşünürüm sorgulamam anlam da yüklemem.
“Olacağı varmış,” der hiçbir derde kafa yormaz susardı Şükran teyze, garibime giderdi bir çırpıda kabullenişi, canımı sıkardı. Bilirim şimdi neden böyle yaptığını, yaşım yaşına yaklaştıkça anlarım.
Gözlerim geçen sene duvarda asılı duran portremin boşluğuna takılır. Kirli duvarın ortasında tavana yakın, temiz büyük bir boşluk. Paslı çivinin duvarda bıraktığı lekeli delik kalbime batar, canımı acıtır, bir zamanlar nasıl da güzel olduğumu hatırlarım.
Duvarın tam ortasında tavana yakın kısımdaki bu büyük dikdörtgen keskin çizgilerle ayrılmıştır yıllardır badana yüzü görmeyen çehresinden, “Tertemizim bak,” der gibi bana göz kırpar. Pasaklılığımı vurur yüzüme üşengeçliğimi, tembelliğimi vurur. Sahi insanlar neden böyle değildir, neden iyiler ve kötüler böyle keskin çizgilerle ayrılamaz birbirinden? Aklımdan geçen saçma düşünce güldürür beni. O zaman yaşamak ne kolay olurdu değil mi? Neden iyiler ve kötüler böyle keskin çizgilerle ayrılmaz öyle mi? Aklıma yazdığım bir söz gelir: “İyilik de kötülük de insanın içindedir. Nasıl davranması gerektiğini seçecek olan yine kendisidir.” Kalbimi kıranlara seçtikleri yol için inceden bir sitem gönderip boşluğa takılı bakışlarımla susarım. Gözlerim tavanda her şeyi bildiği gibi beni de bilenden bir umut arar. Birkaç damla yaş yanaklarımdan süzülür.
Gereksiz çabalarım, çırpınışlarım gibi kanat çırpar camın önündeki kuş. Kanatlarının sesini duyar ona bakarım. Islanmış, görürüm de bilirim pencereyi açsam, “İçeri gir, ısın,” desem kaçacak. Daha önce insan görünümdekiler avlamış hemcinslerini bilir, güvenmez bana. Ben nasıl güveneceğim bundan sonra insan görünümündeki canavarlara?
Yine aklımdan bin bir türlü düşünce geçer de ayıramam birbirinden, bir kefeye koyamam. Öyle dağınık öyle çoklar ki almaz ne bir kefe ne bin kefe. Ne yaparsın boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor işte. Elimi sallarım korksunlar dağılsınlar diye kımıldamazlar. Bilirler onları dağıtamam. Bilirler zarar veremeyeceğimi, gülerler kahkahalarla, eğlenirler benimle gözlerimi kaparım da kurtulamam.
Büyük yazar olacaktım ya hani, eserlerim her yerde iştiyakla anılacaktı. En çok da o düşünce güler alay eder benimle. Nanik yapar bana diğerlerinin arkasından. Bilir en çok onu istediğimi zamanında… Şimdi yaşamak bile istemez, gün doldurmaya çalışırken seni mi düşünecektim Allah aşkına?
Zümrüt yeşili gözlerini gözlerime diktiğin an gelir aklıma birden kızarırım, hafiften boynum yana bükülür, gözlerim aşağı bakar yanımdaymışsın gibi. Hâlimi fark eder hafiften silkinirim. Loş odada beni görmüşsün gibi utanırım. Kızarım sonra kendime! Kemiklerin de çürüdü mü toprağın altında, “çürümüştür herhâlde” derim hafifçe üç yıl geçti üzerinden kemik mi kaldı? Toprak oldun bak sen de, kim bilir ne zaman ben de? Soru işareti kalır zihnimde dillendiremem. Korktuğumdan değil, zamanım azdır belki yapacaklarımı yetiştiremem telâşından. “Yapacaklarımı mı?” dedim ben kaç gündür çıkmadığım yataktan. Sahi, “Yapacaklarım,” diyebildim mi ben?
Oblomov mu oldum ne? Ah Gonçarov nereden yazdın bu adamı? Hepimizin içine işledi. Bak her şeyi biliyor, üşeniyor, hiçbir şey yapmıyorum görüyor musun hâlimi? Yaş geçti belki de ondan. Yaşıtım birini bulup ona mı sorsam sen de benim gibi çıkmıyor musun yataktan? Dergiye yazdığım yazıyı bitirsem bari, biraz param olurdu da ihtiyaçları alırdım azdan çoktan. Bir de kitabı bitirsem ne güzel olur zamanım dolmadan. Parasını almamış olsam neyse aldım da yedim bile. Hayalet yazarım ben artık! Kendi kitaplarım satmayınca ısmarlama yazıyorum. Üstündeki isme bakıp alıyorlar. Karşılarına çıkıp, “Bö!” diyesim geliyor. “Ne haber ben yazdım onu da üstünde benim adım yazınca almıyorsunuz ama…”
Telefon çalıyor yine, Allah’tan sessizde, ışığı yanıp sönüyor baksam mı arayan kim diye? Aman canım boş ver! Ne konuşacağım kim bilir kiminle? Anlatacak o da hâlini derdini, boşaltacak içindeki çöpü benim çöpümün üstüne ondan sonra akıl yürüt, dertlen kafa yor. Sonra, sonra kendi bildiğini okuyacak, benim zamanım da düşüncem de çarçur olacak. Çalsın bak loş oda aydınlanıyor. Fener alayı gibi oldu mübarek nasıl da yanıp sönüyor.
Bu düşünceler de ne böyle? Derdi tasayı unuttum kendi düşüncelerimde çıkmaza düştüm yine. Elim komodinin üzerindeki çerçeveye değdi. Bu çerçeveyi kim almıştı bana? Ya bunamaya başladım ya da hafızam zayıflıyor, hatırlayamadım. Ne bunaması bilirsin sen kendini, değer vermediğin biri almıştır. Sevmesen de çerçeveyi sevip saklamışsındır. Ben seni bilmez miyim? Doğru ya! Haluk almıştı. Değer vermediğim de sevmediğim de belli onu ama çerçeve pirinçten, şu işçiliğine bak! Sevilmez mi? Zevkli adamdır da boştur. Ne sohbeti dinlenir ne yanında iki çift laf edilir.
Sahi etrafımda sohbetini dinlemediğim kimseyi de bırakmadım ha. Yanında konuşmadan da huzur bulduğum bir arkadaşım oldu mu benim hiç? Ruh dingini, iç huzuru yerinde, yanındayken konuşmasa da onu anladığım, sevdiğim, beni anladığını sevdiğini bildiğim kimsem oldu mu benim, olmadı. Olmaz da psikiyatrım öyle demişti. “Enerjin çok yüksek nerede bir narsist varsa onu çekiyorsun, çekeceksin de.” “Neden?” diye sormuştum. “Baban yüzünden çocukluğunu konuşmuştuk hani?” “Ah!” dedim. “Evet, babam da narsistti.” “Narsistler başkalarının enerjilerini emerek hayatta kalırlar. O kadar çocuğunun arasından baban da seni seçti.” “Peki, nereden geliyor bende ki bu enerji?” “Fıtrat,” demişti…
Peki, şimdi nerede o yaşama sevincim, nerede o enerjim? Ruh vampirleri emdiler benimkini de bitirdiler. Ruh vampiri deyince yine aklıma geldin zümrüt yeşili. Sana zümrüt yeşili derdim, hatırladın mı? Sen de bana Çobanyıldızı. Toyum o zamanlar çocuk sayılırım bilemezdim ki ne anlama geldiğini, kutup yıldızı beliriverirdi zihnimde. Ünlü yazarsın tabii laf cambazlığı zannettim de anlamadım bile. Ayrılmıştık seninle uzun zaman olmuştu görüşmeyeli de haber göndermiştin bana, “Görüşmem,” demiştim. Bir zaman sonra hastanede yatıyor ölüyor dediler ben de bir telaş yanına gelmiştim. Hastaneye girdiğimde “Ahmet Çoban danışmaya lütfen!” anonsuyla Çobanyıldızı gelmişti tekrar hatırıma. Yanına girdiğimde donakalmıştım. Yüzün bedenin bembeyazdı, nasıl da zayıflamıştın. Başını çevirdin, bana baktın zümrüt yeşili gözlerin bir deri bir kemik yüzünde daha da iri. Şaşkın, yanına yaklaşmıştım, güzel gözlerini gözlerime dikip, “Hoş geldin,” demiştin. Kemikleri çıkmış elini avucumun arasına alıp, “Hoş bulduk,” demiştim sana. “Seni çok sevdim Çobanyıldızı beni bağışla,” sesin zor çıkıyordu dudaklarının arasından ve herkes ağlıyordu. “Elbette,” diyebilmiştim, “elbette…” Bana uzun uzun bakıp gözlerini kapamıştın. Uyuyorsun sanmıştım önce, sonra seni bağladıkları makine ötmüştü de dostlar bağırdı. “Öldü, doktor! Hemşire!” İçeri koşturup bizi dışarı çıkarmadan önce avucumu açmıştım da elin öylece düşmüştü yatağa. İşte o düşüştü öldüğünü anladığım, kendimi bilmez bağırdığım. Nihal demişti. “Can çekişiyordu kaç gündür. Seni beklediği belliydi.” Daha çok bağırdım, sahi neden bağırdım? Acizlik herhâlde, kabullenememek, acı. Ulan hayatımı mahvetmiştin neden ağlamıştım ki o kadar hatta bak şimdi de neden ağlıyorum ki?
Çerçevede senin fotoğrafın vardı da ondan. Hani elim değdi ya aslında o zaman gelmiştin aklıma. Ondan atmamıştım çerçeveyi de fotoğrafı yaktım ama… Merak etme çerçeve boş hâlâ. Meğer ne çok sevmişsin beni. Niye hiç anlatmadın bana? Niye zehrettin hayatını da hayatımı da. “O romanlar başka nasıl çıkacaktı,” demişti Nihal. Hepsi sanaydı, hepsi sana! Aşk acısı çekecekti ve ölünceye dek çekti. “Sadece o mu çekti?” demiştim öfkeyle, “ya ben, niye beni düşünmedi?” Olmayıvereydi romanlar biz olaydık daha iyi olmaz mıydı ama? Hem kendine hem bana zehrettin hayatı da ölüverdin bak. Şimdi romanların geliyor mu aklına? Senin yüzünden yazmayı bıraktım, nefret ettim ben ya!
Bak yine çalıyor telefon kalktım artık, arayan kim acaba? Nihal bak gördün mü iti an çomağı hazırla!
“Efendim Nihal?”
“Aşağıdayım, düğmeye bassana.”
“Tamam açıyorum.”
İnsanı kendi başına da bırakmıyorlar, bu saatte kapıda, ne oldu acaba?
Evin hâli perişan, benim midem bulanıyor sağa sola bakarken, Nihal ne düşünecek acaba? Aman gelen Nihal, bizim Nihal evime bakmaya değil beni görmeye geliyor. Evin hâline baksa bana acır, bilir derdimin olduğunu çare bulmaya çalışır, hâlden anlar Nihal. Zaten evi görmeye geliyor olsa başında bir hâl olmasa bu saatte çalmaz kapımı. Kirlileri dizseydim makineye bari tezgâhın üstü bulaşık dolu. Asansör bizim katta durdu. Açtım kapıyı.
“Hoş geldin.”
“Hoş bulduk olanlardan haberin var mı?”
“Kendimden haberim yok Nihal olanı biteni nereden bileyim?”
“Güldürme beni, çay koyalım hadi.”
Ayakkabılarını çıkarıp girdi mutfağa, rahat kızdır girer. Tezgâhın hâline de bakmadı. Çaydanlığa su dolduruyor bile benim de canım çay istiyordu hani. Dolapta temiz bardak kalmamış, Nihal
“Şu ince bellilerden yıka,” diye seslenince aklıma senin ince belli bardak sevdiğin geliverdi. Gördün mü zümrüt yeşili aklıma düştün yine. Nihal’e seslendim.
“Paltonu çıkarıverseydin bari.”
“Bu gece buralıyım sen de istersen tabii yarın önemli işlerimiz var.”
“Ne işi?”
“Anlatırım dedim ya sen yatakta mıydın yoksa?”
“Hiç kalkmadım.”
“Ne zamandan beri?”
“Bilmem günleri saymıyorum ki.”
“Evin hâlinden belli.”
Anlayışlı kız dedim ya şefkatle gülümsedi. Şöyle bir sarıldı bana öyle içten ki. Mutfaktan çıktık. Paltosunu çıkardı salondaki koltuğun üzerine bıraktı. Ayakta şaşkın ona bakarken beni koltuğa oturtup yanıma sokuluverdi. Ellerimi ellerinin içine alıp;
“Seni aramadılar mı?” dedi.
“Bilmem çaldı boyuna bakmadım, kim arayacaktı ki?
“Nerede telefonun?”
“Mutfaktadır seni karşıladım ya.”
Bir koşu getirip telefonu elime verdi. Gözleri heyecandan ışıl ışıl.
“Ara haydi!”
“Ne oluyor Nihal? Kaç kişi aramış bak, kimi arayacağım anlat bu gizem ne ki?”
“Seninki var ya…”
Şaşırdım bir tane benimki vardı. O da gideli çok olmuştu.
“Onun olduğu yerden telefon çekmez”
“Şapşal kız seninki dediysem avukatı aradı. Sana ulaşamayınca beni aradı anlayacağın. Yarın Suzan Hanım’la sizi bekliyorum dedi.”
“Niye ki?”
“Vasiyeti okunacakmış seninkinin, üç yıl sonra açın deyip mühürletmiş.”
Günlerdir yaşadığım hüznün sebebini anlayıverdim. Biliyordum içten içe de itiraf edemedim kendime. Gittiğin yerde de beni rahat bırakmıyorsun değil mi? Kolay mı zannediyorsun sen olmadan gökyüzünü seyretmeyi, nefes alıp vermeyi, hangi yas bu denli sürer ne yaptın sen bana be zümrüt yeşili?
“Ne bekliyorsun arasana hadi.”
Gönülsüz aradım bulup numarayı, çok çalmadı hemen açtı karşımdaki. Sesim soğuk çıkıyor el gibi.
“Buyurun beni aramışsınız?”
“Suzan Hanım mı?”
“Evet.”
“Ben Zeki, merhum Tarık Bey’in avukatı. Kendisinin isteği üzerine bıraktığı vasiyet üç yıl saklandı. Yarın açılacak, tek bir şartı vardı onu sormak için aradım sizi.”
Elim ayağım titredi. Sanki yanımda, o da benimle birlikte avukatı dinliyor. Yanı başımda nefes alıp verdiğini duyuyorum. Sesimin titremesine engel olmaya çalışarak:
“Dinliyorum.”
“Evlendiniz mi?”
“Bu da ne demek oluyor şimdi?”
“Kusura bakmayın hanımefendi, kendisi bu soruyu sormamı istedi.”
“Hayır.”
“O hâlde yarın Nihal hanımla birlikte bekliyoruz sizi.”
Konuşulanları duyan Nihal
“Şaşılacak şey, dalga geçiyor bizimle öldüğü de yetmedi.”
“İnsafsız olma Nihal,” deyiverdim.
Hâlbuki benim düşüncelerimi dillendirdi. Ah be zümrüt yeşili derdin ne ola ki? Üç sene sonra yazdıklarını dinleyeceğim öyle mi? Yine eskisi gibi. Yazdıklarını ilk bana gösterirdin ilk ben okurdum hani.
Çayın yanına simit, poğaça getirmiş Nihal yedik içtik, eski güzel günlerden bahsettik. Seni andık yine en çok da seni söyledik. Bizi tanıştıran sendin, kıskanmıştım Nihal’i önce, sonra kuzenim deyince içim ısınmıştı sevivermiştim. Anlamıştın hâlimi hınzırca bakıp gülümsemiştin. Senden bir parçaydı ne de olsa. Sonra beni kaç kere yüzüstü bırakıp gittin. O zaman Nihal’den de nefret ettim. Bir göründün bir kayboldun hep, sonunda kendimi düşünüp yeter dedim. Yeter dedim de yetmedi be güzelim. Senin olan, seninle ilgili olan hiçbir şey yetmedi bana. Öyle çok gözyaşı döktürdün öyle küstürdün ki hayata seni sevdiği için yüreğimi söküp atmak istedim. İçimde yaşayan iki kişiydi artık biri seni seven düşünen ben, biri de beni. Çoğu zaman seni bazen de kendimi düşündüm ben. Nihal’le görüşmedim, hasta olduğunu bile çok geç öğrendim. Otuz yıllık hayatımın on yılını mahvettin ama ne güzel ne iyi ettin. Sevdim be zümrüt yeşili seni ben çok sevdim. Mutlu olduğumuz o beş yıla bir ömür değdi be güzelim. Apansız girdin hayatıma ansızın gittin, hep böyle devam ettin. Hem beni hem kendini mahvettin.
Sabah erkenden uyandık. Ne vardı ki bu kadar erken uyanacak? Nihal’le birlikte yattık döndü durdu uyutmadı beni. Aslında seni düşünmekten, ne yazdığını merak etmekten uyuyamadım ki. Hazırlandık sonra uzun zamandır ilk defa makyaj yaptım kısacık saçlarımı taradım ben. Seninle buluşacaktım ne de olsa. Üzerime şık bir döpiyes giydim. Hava soğukmuş olsun çektim ince çorapları, Nihal şaşırdı.
“Bu ne şıklık kaç yıldır çıkarmadıydın kot pantolonları?”
“Zümrüt yeşiline gidiyoruz,” dedim, “kendime çeki düzen verdim fena mı?”
Gözleri doldu kafasını yana çevirdi, dudaklarım titredi. “Rimelim bozulacak akacak beni böyle görmesin şimdi.”
Arabayla gelmiş, ısrar etti bir yerde kahvaltı ettik avukatın bürosuna girdiğimizde içim titredi. “Kim bilir kaç kere çıktın bu merdivenleri?” İçeri buyur edildik. Koyu kahve duvar boyu dolaplar, masada üst üste atılmış dosyalar. Keşmekeşlik diz boyu nasıl çalışılır bu odada ki? Kahveler söylendi. Ağır oturaklı adam Zeki Bey, kelli felli! Önce birkaç hasbihal sonra asıl konuya geldi.
“Hiç evlendiniz mi?”
“Hayır, niye bunlar soruluyor ki?”
“Tarık Bey’in kesin emri eğer evlendiyseniz ya da evliyseniz vasiyeti dinleyemeyeceksiniz.”
“Üç yıl sonrasını mı hesap etmiş?”
“Talimatı merhumun dedim ya kesin emri”
Çaresiz boyun büktüm.
“Peki.”
Bir adam boyundaki çelik kasanın yanına gitti, birkaç tuşa basıp kolunu çevirdi. Sarı bir zarfı alıp kapısını kilitledi. Geniş masasına vakur bir edayla oturdu ve bize bakıp
“İkinizden başka kimseyi istemedi.” dedi.
Zarfın üzerindeki mührü zorlayarak açtı. Mühür dağıldı, içimden bir çığlık koptu canım acıdı. Heyecanım uçup gitti bu dağılış hayra alamet değildi. Nihal’e baktım, o da şaşkın, kederli. İçinden hafifçe sararmış birkaç kâğıt çıkardı. İnci gibi yazısı kâğıdın arkasından belirdi. Yüreğim ağzımda acaba ne diyecek şimdi? Beni seyrediyor sanki Allah’ım ne yazmış olabilir ki?
Canım Çobanyıldızı! Ruhu revanım içimdeki sızı!
Ve sen Nihal! Dinleyin bu mektup son günlerimin tek şahidi. Kim bilir ne arsızca çekiştirdiniz beni? Yine eski günlerde olduğu gibi… Bilirim ikiniz de çok seversiniz ama incitmekten de çekinmezsiniz beni. Ben de size çok ettim değil mi?
Çoban yıldızı, zümrüt yeşili seni sevmekten hiç vazgeçmedi. Seni gördüğü an âşık oldu ve bu gözler bir daha hiç kimseyi görmedi. Bu kalbin kapısı sonsuza dek mühürlendi. Hatırla ilk beş senemizi hayat ne kadar güzel ne kadar yaşanılasıydı değil mi? Sen varsan güneş doğuyor sen varsan bu kalp atıyordu. Bir ömür böyle olsun isterdim, bir ömür de ben seni böyle sevdim. Sonra bir gün hep şikâyet ettiğim baş dönmelerim arttı, kendimi hastaneye zor attım. İşte o gün öğrendim, bensiz bir hayat yaşayacağını seninle çok az bir zamanım kaldığını. Kıyamadım sana hayatına devam et istedim çektim gittim ama bil seni ne çok sevdim, istedim. Kalbime söz geçiremediğim zamanlar geri geldim. Haksızlık etmekten korktum çektim gittim. Ne sensiz yaşayabildim ne sana haksızlık edebildim ne de seni bir başkasıyla hayal edebildim. Hastalığın ağırlığı çektiğim acılar umurumda değildi sadece sen vardın. Sırf seninle konuşabilmek için yazdıklarımı bahane ettim. Sonra yakınlık kurdum ve karşına öylece çıkabildim. Sevgimin yüceliğinden dengesizleştim seni de dengesizleştirdim. En güzel rüyalarım sendin, en korkunç kâbuslarım sen ve yanındaki adam. İki sene böyle yaşadım; her an seni düşünerek, her an seni yazarak. Nihal bile bilmiyordu hastalığımı. Benden vazgeçersin diye söyleyemedim. Seni büsbütün kaybetmekten ya da bana acımandan korktum. Güçlü, kuvvetli, yakışıklı ve meşhur bir adamı seven sen hasta olduğumu öğrendiğinde bana hayranlıkla değil acıyarak bakacaktın o bakışı görmemek için çok çabaladım. “Defol hayatımdan!” diye bağırdığında çok az bir ömrüm kalmıştı. “Hasta mısın?” diye sormuştun, “zayıflamışsın,” öncesinde. “Romanı bitirmeye uğraştım yemeyi unuttum,” demiştim. O gün ben sana vedaya gelmiştim. Benden nefret etmen için bin türlü yalan seçmiştim. Oldu da nefret ettin öyle ki, “Hastayım,” dediğim halde gelmedin. Seni ne çok ah, kendimden de çok sevdim. Yazdıklarımı dinliyorsan ölümümün üzerinden üç yıl geçmiştir ve belki de kemiklerim bile toprak olmuştur ama aşkım sonsuzdur, ebedidir. Dinlediğine göre kimseyle evlenmemişsindir. Suzan’ım, canım benden başka kimseyi sevmedin değil mi? Peşinde dolaşan onlarca erkek vardı. Hiçbirinin olmadın değil mi? Toprak olmuş olsam da ahirette yalnızca senin olmuş olarak bekleyeceğim seni, sen de beni öyle bekle e mi?
Zümrüt Yeşili
Zeki Bey okuduğu iki sayfayı masanın üzerine bıraktığında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sendin, her kelime, her his senin ağzından senin yüreğinden çıkmıştı. Vasiyet değil bir veda mektubu bırakmıştın. Sebebini bulamadığım nedenleri bir bir açıklamıştın.
Sana acıyarak bakar mıydım hiç? Ne olurdu yanında kalmama izin verseydin, ne olurdu birlikte olma fırsatını bizden esirgemeseydin? Deli adamım, zümrüt yeşilim benim!
Nihal’le göz göze geldik ve birbirimize sarılarak bugün ölmüşsün gibi ağladık. Su getirildi, kolonyalar verildi nihayet toparlandık ve kalkacağımız zaman elimi uzatarak, “Mektubu alabilir miyim?” dedim.
Avukat şaşkın.
“Daha bitmedi ki!”
Ben daha da şaşkın.
“Başka ne olabilir ki?”
Boğazını temizlemek için bir iki kere hafiften öksürüp bir yudum su içti ve okumaya devam etti.
Vasiyetimdir:
Sahip olduğum tüm mal varlığımı Biricik Çobanyıldızı’ma, Suzan Demirer’e bırakıyorum. …………….. Bankasında bulunan ……… tutarındaki döviz hesabımı ve Taksimdeki apartman dairesini de Nihal Tuncer’e bırakıyorum. Sizi de önce Allah’a sonra birbirinize emanet ediyorum.
Tarık Uğur
Ağzım açık Nihal’e baktım, o benden de beterdi. Ne ağlayabildik ne de gülebildik. Ayağa kalktık, istemsiz sımsıkı sarıldık. Ne olacaktı şimdi? Kâğıtları istedim tekrar. Sağ olsun Zeki Bey bu defa verdi. Elime alır almaz saçlarını sever gibi sevdim okşadım. Ayağa kalktık gidiyorduk işimiz bitmişti demek ki. Binanın kapısındaydık, merdivenleri inerken niye aklıma gelmedin ki? Çılgın kız Nihal dışarı çıkar çıkmaz boynuma sarılıp “Kurtulduk!” diye çığlığı basıverdi. Gri bulutlar dağılmıştı, ışıl ışıl parlayan kış güneşi gözlerime değdi. Yumuşacık bir rüzgâr esti. Ağaç yapraklarının hışırtısı baharı müjdeledi. Taze bir başlangıçtı bu, bir işaretti.
Vildan Çelik
댓글