Durağan haldeyken sıkıntı üzerinde birikiyordu. O yüzden, bir yıldır alışkanlık haline getirdi günlük yürüyüşlerini.
Uzun zamandır sossuz döner yemek aklındaydı, şöyle bol soğanlı. Onca yıldan sonra, dönerle birlikte sanki Kızılay’ı da koca bir döner sosuna batırmış gibilerdi. Neyse ki bu köşedeki dönerci hâlâ değişmemişti. Dönerini yerken etrafına bakındı. O sırada, su satan küçük bir kız geldi yanına.
bir kızımız olsa ne iyi olurdu dedim o gün kaç kere konuştuk bunu diye söylendi kalktı ayağa yüzüme vuran güneşle arama girdi ne zaman çocuk konusu açılsa üstüme bir gölge düşerdi kulaklığımı taktım ezgi denize girince güneş tekrar doğdu üzerime kesildi dalgaların sesi
“Amca su ister misin?” diye sordu kız. Sahi, amca olmuştu artık değil mi? Abi olacak yaşlar çoktan geride kalmıştı. “Hiç kırklı yaşlarda abi olur mu? Tabii amcayım,” diye mırıldandı. Cebini yokladı, cebinin köşesine saklanmış kâğıt parayı çıkardı ve kıza uzattı. Kız, soğuktan çatlamış ve sokağın kirinden kararmış elleriyle parayı aldı, Yusuf’a bir tane su uzattı. Suya daldı gözleri.
suya dalıp gözlerimi açmaya çalıştım dalgalı denizin içinden su yüzeyine çıkıp derin nefes aldım kulağıma bağırışlar geldi gözlerim bulanıklaştı ağzımda tuzlu bir tatla daldım bir daha dibe tekrar nefes al ve dal defalarca hem de defalarca
Masadaki sudan gözlerini ayırıp küçük kızı aradı fakat bulamadı. Her yer, adı konmamış bir salgın gibi, ya kahveci ya da zincir marketler tarafından işgal edilmiş, anısı olan mekânlar, birer kahve, bebek bezi, süt ve makarna satılan cephelere dönüşmüştü.
Yaş aldıkça hayatın renkleri de soluyor gibiydi. Bir denize yirmi yaşında bakıp gördüğün mavilik ile elli yaşında bakıp gördüğün mavilik aynı olmuyordu. Renklere hayatın tozu karışıyor, renklerin saflığını bir deli rüzgâr alıp götürüyordu. Otuz yıl öncesinden bir yeri, eski yerinde ve aynı renkleriyle görünce, gençlik heyecanını hatırlayıp o günlere özlem duyuyor, geçip giden yıllara, kırışan ciltlere ve dökülen saçlara aldırmıyordu. Bunları düşündüğü sırada, gözleri yirmi yıl önce Ezgi ile gittiği ilk pastaneyi aramış fakat bulamamıştı. Anıların yaşandığı yerlerin yok olması, kişilerin yokluğundan daha kabul edilebilirdi Yusuf için. Pastaneyi göremeyişi, görmezden geldiği ellerindeki tek tük çillerin görünürlüğünü artırdı. Dönerciden aldığı ıslak mendil ile ellerini sildi çabucak.
Tam karşısındaki balıkçı tezgâhına çevirdi gözlerini, döner yediğine pişman oldu. Herkes akşama balık yapacak anlaşılan, diye düşündü. Ezgi’nin balığı ne kadar sevdiğini anımsadı.
kıyıya vurmuş ölü balık gibiydim yan yatmış bir şekilde ayıldım yüzümde kalabalığın gölgesi tuzlu bir acı ağzımda etrafıma bakındım tektim yerde doğrulmaya çalıştım fakat başaramadım yoktun yanımda neredeydin
Sigarayı bırakalı yıllar olmuştu. Sigarasız düşünmenin eksikliği hissetti o an. Masada kalan son ıslak mendili cebine atıp kalktı, Sıhhiye’ye doğru yürümeye koyuldu. Kafelerin yerini kıraathaneler, kahve çeşitlerinin yerini de baharatlar almaya başladı. İnsan görüntüsüyle birlikte şehrin görüntüsü de değişti. Genelde kendisi gibi orta yaşın üstü insanların uğrak yeriydi burası. Torununu bekleyen yaşlı bir adama benzetti şehrin bu kesimini. Birden, hiç torunu olmayacağı aklına geldi. Bekleyecek birileri olmayınca, yıllarla birlikte gereksiz beklentiler içine de girmeyeceğim, diye düşündü.
Ulus Meydanı’na yaklaşıyordu. Yolun sağında kalan pastanedeki şekerlere gözleri takıldı o sırada. Balkonda Ezgi ile otururken, kapılarını çalacak birilerine bayram şekeri ikram etmek için beklediklerini hayal etti. Heykeli geçip Çankırı Caddesi’ne girdi. Yolun karşısındaki pavyonun kırmızı ve mavi neon ışıklarına takıldı gözleri.
tekrar gözümü açtım yanıp sönen mavi ışıklar vardı tepemde vücudum kıpırtısız gözlerim onu aradı tektim sedyede siren sesi kulaklarıma baskı yapmaya başladı kapandı gözlerim yine
Girişte bir tane adam bekliyordu. Neyi niye beklediği, kimi kimden koruduğunu kendisi de bilmiyor gibiydi. Yusuf kapıya yanaştı ve durakladı. Ne diyeceğini kafasında tasarlıyordu.
“Hemşerim, ben yazarım da, bir pavyon bölümü var kafamda. Ne kadar kendimi zorlasam da yazamadım o kısmı. Köşe bir masaya geçsem, içeriyi biraz incelesem olur mu, diye soracaktım.”
“Geç hemşerim, geç. Artisti, yazarı, filmcisi eksik olmuyor zaten. Hoop, Mahmut! Abimi köşe masaya alıver!”
Anlaşılan eve biraz geç gidecekti, Ezgi’ye bugün farklı bir şeyler anlatacağı için sevindi. En arka masaya oturdu, henüz dolmamıştı pavyon. Önündeki masada gençten iki kişi oturuyordu. Şimdi Ezgi olsa, “Kadın vücudunun metalaşmasının merkezi olan bu yerler, aynı zamanda çürümenin de gözlem yerleridir,” der ve masadan kalkardı, diye düşündü. “Tamam, ben de biliyorum bunları ama bugün sana bu ortamı anlatmak istedim.”
Yürümekten bacakları ağrımıştı. Kapıdaki güvenliğin yolladığı çayını yudumlayıp ağrıyan dizlerini ovmaya başladı. En azından Ulus’a kadar metroyla gelmediği için kendisine kızdı. O sırada iki kadın oturdu önündeki masaya. Kadınlardan birisini eşine benzetti. Çayını bitirip kendisini dışarı attı hemen. Derin bir nefes alıp caddede ilerlemeye devam etti.
İki saattir yürüdüğüne inanamıyordu. Yaklaştım nasıl olsa, deyip Samsun Yolu’na saptı. Ayakları şişmişti. Soluklanmak için durakladı ve elindeki şişeyi açıp bir yudum su içti. Bebek arabasıyla bir kadın geçti önünden. Çocuğa bakıp, Ezgi’nin hiç çocuk sahibi olmak istemediği aklına geldi. Bir kızı olsaydı onunla yapacağı yürüyüşlerin hayalini kurdu. O sırada çocuk gülümseyerek el salladı ona, Yusuf da gözünü kırparak selam gönderdi.
dağıldı herkes kalanları da ben gönderdim çöktüm diz üstü uzun uzun toprağa baktım yattığı yerden el salladı bana göz kırptım ben de ince bir sızı yol yaptı yanağımda kalkarken bir avuç toprağı cebime atıp eve götürdüm saksıya koydum toprağı çiçek gözümün önünde canlandı dile geldi sessizce
Biraz daha dinlenip yürümeye devam etti. Ezgi’ye anlatacaklarını düşünüyordu. Yolun karşısına geçip oturduğu daireye baktı, ışıklar son bir yıldır olduğu gibi kapalıydı. Hemen merdivenleri çıkıp kapıyı açtı anahtarıyla.
Salona geçip ışığı yaktı. Çın çın ötüyordu evin ıssızlığı. Yaşlı evlerinde burnuna gelen yıllar önceki o kokuyu duyumsadı. Perdeyi açtı, temiz hava girdi içeri. Elindeki şişeden su döktü evdeki tek saksıya. Çiçeği kucağına alıp salondaki çerçevenin önüne koydu. Her yere yayılmıştı boş evin sızısı. Gününü anlatmaya başladı.
“Kızılay çok değişmiş. Acıkınca bol soğanlı bir döner yedim. O sırada, küçük bir kız geldi yanıma. Çocuğumuz olsa belki ona benzerdi. Elimdeki suyu ondan aldım; toprağına da döktüm biraz. Balık tezgâhını görünce aklıma yine sen geldin. Ne de çok severdin balığı. Ha, bu arada, bugün ilk defa pavyona gittim…”
Yusuf, karşısına aldığı fotoğrafa ve çiçeğe anlattıklarını bitirince, cebinden çıkardığı ıslak mendil ile çerçeveyi sildi. Bir öpücük kondurdu fotoğrafın ortasına. Sonra kalkıp uyumaya gitti.
Sabah olduğunda, utangaç güneş bulutların ardından kendisini göstermeye çalışıyordu. Ağaçların silik gölgesi düştü kentin üstüne. Güneşin yokluğunu fırsat bilen sert bir rüzgâr esti sonra. Rüzgâr, çınar ağaçlarının yapraklarını önüne katıp götürdü. Bir sabah yolculuğu hüznü dolaştı yaprakların arasında. O esnada, uzaktaki bir balkonda Yusuf, sessizce, yerini yadırgayan yaprakları izliyordu.
Yasin Güven
Yorumlar