Misafirleri kapıdan uğurlarken karanlıktan yayılan sesler duyduk. Saat ilerlemiş, evlerin çoğunun ışığı sönmüştü. Karşımızda metruk arsayı çevreleyen duvarın önünde bir siluet belirdi sonra. “Allah, ah be Allah, severim seni,” gibi sözcüklerle duvarı okşayan bir adam fark ettik. Misafirler bize biz onlara bakarken, “Oo iyi geceler efendim!” deyip babama yaklaştı adam sallana sallana. O zaman anladım ki bizim evden üç kapı aşağıda oturan Erol abi bu. Gecenin karanlığında kedi gözü gibi parlayan gözleriyle şaşkınca bakarak şapır şupur babamı öpüp bir de sarılmaz mı? Misafirlere komşumuz olduğunu söyledik ve onları uğurladık. Babam yanında dikilen Erol abiye elini uzattı, ‘İyi geceler kardeşim.’ derken onu da evine göndermek istediği çok belliydi. Erol abi babamın elini hızlıca ittirip tekrardan sarıldı. Küçücük bedeniyle kendinden uzun olan babamı sırtlanmaya çalıştı. Yapamayacağını anlayınca da birden bıraktı ve bizlere de bakarak, “Selamlar efendim, selamlar,” deyip kahkahalar atarak evine doğru yollandı.
Eve girdikten sonra annemle babamın yorumlarını can kulağıyla dinledim. Erol abi hem Selma’nın babasıydı hem yurt dışından yeni gelmişti, hakkında konuşulanları çok merak ediyordum. Her gün böyle çok içermiş Erol abi de ondan gözlerinin içi kan çanağı gibiymiş. Normalde babam onla çok muhatap olmazmış da şimdi kendisi gelmiş, yakınlaşmış. Karısını da dövermiş bu kısa boylu adam. Mediha abla hep anneme dert yanarmış. Tır şoförlüğünü bırakıp geldiğine, artık yanlarında olduğuna hiç sevinememiş kadın. Bisiklet sürerken, ip atlarken, beş taş oynarken yanımızdan beyaz gömleği ile geçip giden Erol abi nasıl biriymiş böyle? Oysaki atari dükkânı olduğu için bana çok sempatik gelirdi. “Annem babam izin verse de ben de gitsem caddenin karşısındaki dükkanına,” derdim. Hem abisi yerine artık o duruyormuş, dükkâna yeni oyunlar da getirmiş.
Gerçi ne bisikleti ne atarisi artık abimin dükkanında durmaktan başka şey mi yapabiliyordum ben? En başta züccaciye dükkânı diye açtığı bu talihsiz işletme şimdi tam bir bakkal dükkânı olmuş çıkmıştı. Tabak, çanak, tencere ne diye satılsın ana caddede bir sürü büyük mağaza varken bu kenar mahallede? Bakkal dükkanına dönüşünce renk renk yiyecekler, dondurma standı cazip gelmedi değil. Abim fark etmiyor zannedip kardeşim devamlı bir şeyler yiyip duruyordu. Göz yaşartıcı sakızlar, leblebi tozundan küçük pakette ekşiler, mısır patlaklı çikolatalar benim de ilgimi çekiyordu. Abimden ikimiz de iyi bir papara yiyince artık bir şeye dokunamaz olduk.
Bir gün abimin yine bana bıraktığı dükkânda yerleri süpürmüş, yeni gelen yiyecekleri yerleştirmiş, bekliyordum. Mediha abla geldi. Üç yumurta ile bir şişede çamaşır suyu istedi. “Taze peynir de var istersen,” dedim. O esnada vücudunu inceledim. Erol abi gerçekten her gün dövüyor muydu Mediha ablayı? O yüzden belki de böyle somurtkandı. Büyük plastik bidonun musluğundan çamaşır suyunu şişeye akıttım. Bu defa da çocukları düştü aklıma. Onlar da dayak yiyor muydu? Babaları her gece yalpalayarak, bir tuhaf kokan içki kokusuyla mı geliyordu eve? “Para artanını alayım,” deyince Mediha abla kendime geldim. Tam dükkândan çıkıyordu ki arkasından seslendim. “Mediha abla duralex tabaklar var yere düşse bile kırılmıyor, bak kahverengi. İndirime koyduk, bitsin diye.” Kadına konuşma fırsatı tanımadan, “Bak göstereyim,” deyip aceleyle bir tabağı elime aldım. Yere atmamla şırank diye buz gibi dağılması bir oldu. Yüzü sirke satan Mediha ablayı bir gülme aldı. Ne diyeceğimi bilmez halde, “Yani ben pat diye elimden attım, öne doğru fırlatsam kırılmazdı.” dedim. Ağlayasım geldi ama Mediha ablanın kahkahalarına dayanamayıp ben de güldüm. “Sağ ol almayayım sana kolay gelsin,” dedi ve gitti. Selma’ya bahsetmese bari diye düşünürken abime kırılan tabağın hesabını vermek daha ağır geldi. Annem de az sonra evden çıkardı, dükkânın arkasında kalan iki göz evimizden.
Yerleri hızlıca süpürüp cam kırıklarını çöp kutusundaki diğer çöplerin en altına yerleştirdim. Abim pazarlamacıyla görüşmekten hala gelmemişti. Bir türlü bitmezdi zaten bu görüşmeleri. Annem kahvaltıyı hazırlamış, “Biz yaptık geç sen de yap,” diyerek beni içeri çağırdı. Bahçedeki curun dediğimiz çeşmede elimi yıkadım, kardeşim Kanal D’de çıkan Temel Reis’i izliyordu. “Yaz tatili bitse de ben de rahatça film izlesem!” diye düşünmeden edemedim. On bir yaşına geldim diye çizgi film yaşını geçtim anneme göre ama dükkân bekçisi olacak yaşta da değildim. Sokakta da oynayamıyorum artık. “Keşke şu dükkân kapansa…” diye dua etme vakti gelmişti. Akşamına annem dükkânda işlerin açılması için kurşun döktü. Göz göz olmuş kurşunları eline alıp, “Gözü olanın gözü çıksın,” diye bedduasını ettikten sonra kurşunları tekrar su dolu tasa bıraktı. Mahalleden yokuş aşağı inerken dört yol ağzına kurşun suyunu atayım diye de beni gönderdi. Geriye dönüşte arkama bakmamam lazımdı. Herkesin ışıkları açıktı. Erol abinin sesini duydum. “Aaa vakit erken niye gelmiş eve?” diye geriye doğru camlarına baktım. Beyaz tül perdeden başka bir şey görünmüyordu. Geriye dönmemem gerektiğini unutmuştum. Korkarak hızlıca koştum, tam eve girmek üzereyken Mediha ablanın çığlığını duydum. Tası elimden kapı eşiğine bırakıp yoldan aşağı yürümeye başladım. “Yeter ulan, bıktım senin sarhoş hallerinden? Bir daha eve böyle gelmeyeceksin demedim mi?” O sırada sesler birbirine karıştı.
“Yapma anne, yapma.”
“Medihaaaa!!”
Birkaç pencerenin açıldığını fark ettim, eve nasıl geldiğimi bilemedim. Kimseye bir şey demeden yattım. Çığlıklar hala kulağımda olsa da pazar günkü düğünü düşünüp arkadaşlarımla oynayacağımız anları hayal etmek istedim.
Pazar günü sabah kahvaltıda annemler aralarında fısıltıyla bir şeyler konuşuyorlardı. Ne olduğunu anlamadım. İnce zayıf bedenime uygun gömlek, pantolonumu hazırlamıştım bile. Teyzemin kendi ayakkabı dükkanlarından verdiği ayağıma bir numara büyük gelse de siyah parlak ayakkabıyı giyecektim. Kahverengi kısa saçlarıma jöle sürüp dalgalandıracaktım. Ne de yakışıklı olacaktım öyle yapınca. Hem Selma da gelirdi belki Mediha ablayla, eğer babasından dayak yiyip evde kalmak zorunda kalmazsa. Annem bir tuhaf oldu görünce. Sadece pazar günlerine özel annemin kızarttığı patateslerden son kalanları bitiriyordum ki abim “Halilll!” dedi yumuşak bir sesle. “Bugün dükkân açık olacak. Damat benim arkadaşım, dükkânda sen durursun.” Ayağa fırladım, nasıl başladığımı ben de bilmiyordum ama hıçkırıklarla, “Yeter senin dükkânından banane,” diye bağırdım. Abim yumruğunu salladı, babam zor tuttu. Abimin yanağındaki kemiğin titrediğini fark ediyordum.
Annemin kaş göz işaretiyle abimi zoraki bir gülümseme aldı. Sesindeki kızgın tonu ayarlayamadan, “Tamam, bak bugün dur belki iş iyi olur. Sana atari alırım, evde rahatça oynarsın söz,” dedi. “Neee gerçekten mi?” deyip yelkenleri suya indirdim. Atari deyince Erol abi gelmişti aklıma. ’O gece duyduğum sesleri annemlere anlatsam mı?’ diye de düşündüm. Sofrayı toplama telaşı, yeni atari derken diğerleri düğün için hazırlanmaya başlamıştı bile. Anlaşma yapılmış ve ben saatleri saymaya başlamıştım. İçimi kemiren duygularla, beynimde kavga eden düşüncelerle beraber bekliyordum. O gün nasıl olacaktı, müşteri gelecek miydi, en önemlisi abim atariyi alacak mıydı?
Annemleri düğüne ağlamaktan kendimi zor kurtararak uğurladım. Arkadaşlarımla sahnede oynayıp, sonra yiyeceğim pastalar bir kurt gibi düştü zihnime. Abimin en son el sallayıp gülümsemesi daha bir dokunmuştu. Saçını inek yalamıştı sanki, o ne öyle. Ondan nefret ediyordum. İn cin top oynuyordu. Pembe plastik sandalyeye oturdum kaldım. Rafları incelemeye başladım, makarna paketleri devrilmişti. Önce bir çikolata, sonra dondurma yedim. Göz yaşartıcı sakız çiğnemeye başladım, kahkahayla gülüyordum. Gözümden bir damla yaş gelmişti ki iki kişi dükkâna girdi. Hemen ayağa kalktım. Üstleri başları kirli ve dağınık olan bu iki çocuğun ellerinde sallama bıçakları vardı. Birinin elinde kâğıtta sarılı bir şey de fark ettim. Merhem kutusu gibi bir şeydi bu. Dükkâna acımsı, boğaz yakıcı bir koku yayılmıştı. Tamircilerin önünden geçerken mi gelen yoksa boyacı Hasan abi işten dönüşte bakkala uğradığında onun üstünden gelen koku mu? karar veremedim. İkisi de gülüyordu. Bakışları alacakları şeyde değil benim üzerimde geziniyordu. Meybuz istediler sonra yok vanilyalı yok kakaolu dondurma derken benimle eğlenmeye başladılar. Hızlıca dükkandan çıkıp bağırsam mı, ev telefonu olan birine dükkandan telefon mu açsam, ne yapsam? Ellerim titremeye başlamıştı. Onlarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. ‘Senin adın ne la? diye sesini, nefesini bana yaklaştırdı uzun boylu olanı. “Sana ne,” deyip bağırırken masanın önüne geçtim ve hızlı bir kararla dışarıya seğirttim. Kısa olanı önüme geçti bu defa. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Kapının açıldığını görüp Erol abiyi fark ettiğim an, sanki saatlerdir tutmuşum gibi hissettiğim nefesimi aniden bıraktım. Çocuklar geriye çekilmişti. Önce onlara bir bakış fırlattı. Sonra “Benim dükkân bugün kapalı olunca buraya mı sardınız lan? Haydi yallah!” Çocuklar ağızlarında kelimeler varmış ama çıkaramıyormuş gibi avurtlarını şişirdiler, dükkândan hırlayan köpekler gibi çıktılar. “Oğlum Halil bana bir Maltepe versene oradan,” dedi Erol abi. Gözleri aynı şekilde kan kırmızısı olsa da boyu uzamıştı. “Başka isteğin var mı Erol abi?” derken kırmızı gözlerine gülümseyerek baktım.
Zehra Canbaz
Comments