Bardağı taşıran son damla restoran kapısından çıkarken karşılaştığı adamla göz göze geldikleri an oldu. Normalden uzun bir bakışma sayılabilirdi bu. Adam tanıdığı birine benzetirmiş gibi bakınca Leyla da gayri ihtiyari baktı adama. Rıdvan bu bakışmaları fark edince histerik kuşkularına bir yenisini daha ekledi. Durup dururken yeni bir kıskançlık atağıyla tünele girdi bütün algıları. Gözü dönmüştü bir kere, Leyla ne dese ikna olmadı. Boynundan suratına ateş yürüdü. Rıdvan, olup biteni anlamadan dinlemeden kontrol edilemez bir pitbull gibi adama saldırdı.
Leyla, olan bitene şahit oldukça dehşete kapıldı. Şükür ki etraftakiler adamı elinden aldılar. Derin bir nefes aldı. Nerdeyse karakolluk olacaklardı. Bütün bedeni stresten gerilmiş, sinirleri bozulmuştu. Olduğu yere bırakıverdi kendini. Yaşadıklarına inanamıyordu. Şişkin boyun damarları, kırmızıdan siyaha dönmüş suratı, köpükler saçan ağzı, balyoz gibi kalkmış yumruğuyla nişanlısı yeniden gözünün önüne gelince nasıl bir kâbusun içinden çıktığını hatırlayıp daraldı. Rıdvan üstünü başını düzelttikten sonra gözleriyle bir radar gibi etrafı tarayıp Leyla’yı sindiği yerde gördü. Nişanlısına doğru yürürken her iki adımda bir duruyor, adama tehditler savuruyordu.
Bu haliyle nişanlısı halk hikâyelerindeki iri cüsseli, öfkeli, kafası basmayan devlere benziyordu resmen. O an Leyla’nın gözündeki perde kalktı. Canından bezmişti artık. Onunla yüzleşmek istemiyordu. Dinlemeyecekti nasıl olsa, lâf anlatmaya çalışmanın ne gereği vardı. Boşuna yorgunluktan başka bir şey değildi onunla konuşmak. En azından şimdi, bu kadar hırslıyken, konuşmak istemiyordu. Nasıl bu kadar kör olabilmişti. Defalarca saygısızlığa uğradığı hâlde idare etmişti. Aşk gözünü kör etmişti demek. Bu karakterdeki bir erkeğin değişme şansı var mıydı? Yoktu. Şimdi vazgeçmenin eşiğindeydi. Telaşla ayağa kalktı. Var gücüyle koşmaya başladı. Ayağı, merdivenlere serili kırmızı halıya takılınca düşeyazdı. Hemen kendini toparlayıp koşmaya devam etti. Rıdvan’ın nefesi ensesindeydi. Korna çalan araç dikkatini dağıtınca durdu. Ona doğru gelen arabayı son anda görmese altında kalacaktı. Fren ve korna seslerini küfürleşmeler takip etti. Belli ki Rıdvan şoförle kavgaya tutuşmuştu. Leyla dönüp arkasına dahi bakmadan ana yola çıktı. Vızır vızır geçen araçların arasından bin bir cambazlıkla geçerek karşı kaldırıma ulaştı. Tam otobüs durağına varmıştı ki nasıl yetiştiyse alıcı bir kuş gibi tepesine çöktü Leyla’nın.
Hışımla tutup bileğini büktü, “Kaçabileceğini mi sandın?”
“Canımı acıtıyorsun.”
Yolda yürüyenler dik dik baktı onlara.
“Bırak gideyim.”
Uzun boylu, kalıplı bir adam yaklaştı. Kızın arkaya kıvrılmış koluna bakarak, “Sorun mu var gençler?” dedi. İkisi de afalladı. Rıdvan’ın mengene gibi kilitlenen parmaklarının bir anlık gevşemesini fırsat bilen kız hızla kolunu çekti. “Yeter artık! Senin hastalıklı düşüncelerini dinlemek zorunda değilim,” diye bağırdı. Koşarak durağa yanaşan belediye otobüsüne yetişti. Nefes nefese ilk basamağa atladı. Arkasına baktığında uzun boylu adamın nişanlısının önüne geçtiğini gördü. Otobüs hareket ettiğinde yüreği bir kuşunki gibi atıyordu. Lanet olsun böyle sevgiye. Yok, bu iş böyle yürümeyecekti. Bileti atıp arka sıralara doğru bir iki adım ilerlemişti ki dizlerinin bağı çözülüverdi, sendeledi. Koltuk arkalıklarından birini güçlükle tuttu. Bir iki saniye gözlerini kapatıp öylece dikildi. Bir anda her şey ama her şey öyle bir koyu karanlığa bulanmıştı ki, sanki yer ayağının altından çekilmişti. Az önce yaşadığı depremin artçı sarsıntılarıydı bunlar. Ökseye tutulmuş bir kuş gibi yüreği korkuyla çarpıyordu. Göğsünü tutarak öne doğru eğildi. Soluğu kesiliyor, kalbi göğsüne sığmıyordu sanki. Diliyle kurumuş dudaklarını yaladı. Bir yudum su olsa ne iyi olurdu. Sakinleşinceye kadar birkaç dakika öylece hareketsiz bekledi. Otobüste olduğunu hatırladı. Geçip otursa iyi olacak. Sağa sola bakınırken orta sıralarda oturan bir kadınla göz göze geldi. Bir süredir bakışları üzerindeydi belli ki. Kadın çantasından kolonya çıkarıp ayağa kalktı, öne doğru yürüdü.
“Kızım, iyi misin? Uzat avucunu.”
Leyla avuçlarını açıp uzattı. Ellerini ovuşturdu, sonra boynunu sıvazladı. Derin bir “Ohh,” çekerek iç sıkıntısını dağıtmaya çalıştı.
“Daha iyisin ya! Geç otur kızım.”
İyi olduğunu söyledi, bir iki koltuğu geçerek cam kenarına oturdu.
Göğsü sıkışıyor, nefes alamıyordu sanki. Vahşi bir hayvanın kovaladığı yavru bir ceylan kadar ürkekti. Camdan dışarıya baktı. Tedirgin bakışlarla sağı solu kolaçan etti. Takip edilmediğine emin olunca bedeni gevşedi. Derin bir nefes aldı. Kendini koyuverme. Manyağın teki. Taktı bir kere, söz dinlemez. Zehirli bir sarmaşıktan ne farkı var. Zerk ediyor özünü. En iyisi yol yakınken dönmek.
Başını cama dayadı. Göğe baktı, kara bulutlar toplaşıyordu. Yağmur tepeme inmeden eve varsam bari. Ağaç dallarında tek tük kalmış sarı, kahverengi, kızıl yaprakların bitkin hastalar gibi dallarından kopup savrula savrula saçılışını izledi bir süre. Yarın nikâhı kıydıklarında evlilikleri böyle cebelleşerek mi geçecekti? Önünde sonunda kurumuş bu yapraklara benzeyecekti kaderi. Kader denilen şey seçimlerin sonuçlarını yaşamak değil miydi? Apaçık sonunu işaret ediyordu olanlar. Görmezden gelemezdi.
Akşam karanlığı şehre iniyordu. Üzerlerinden gün ışığı çekilen binalar, yanıp sönen ışıklı tabelalar arkasına gizlenmiş silik birer gölgeydi artık. Telaşlı insan kafaları cadde boyunca dalgalanıyor, şehrin homurtusunu korna sesleri kesiyordu. Bu anlamsız homurtulara benzer, gürültülü bir hâl almıştı ilişkileri. Nişanlandıktan sonra bambaşka bir insana dönüşmüştü Rıdvan. Oysa iyi niyetlerle, masum temiz hayallerle çıkmıştı bu yola. Mutlu olamadıktan sonra bu romantik düşüncelerin de bir anlamı kalmamıştı artık. Kendini gizlemişti demek. Yollarını ayırmak kolay olmayacaktı, bundan korkuyordu en çok da. Peşini bırakmayacağını biliyordu. Olacakları düşünmek bile istemedi. Huzur istiyordu hayatında, yalnızca huzur. Önüne döndü, gözlerini kapattı. Dışarının aksine otobüsün içi huzurlu bir sessizliğe gömülmüştü. Yolcuların üzerine akşam yorgunluğu birer yorgan gibi çekilmişti sanki. Caddeyi bir anda aydınlığa boğan sokak lambalarının arasından telaşsız akıyordu otobüs.
Ailesi aklına gelince tünelin ucu kararıverdi. İçini çoktan kemirmeye başlamış huzursuzluğun sesi yükseldi yeniden. Babasıyla yüzleşmeye hazır değildi. Bütün cesareti kırıldı. Sana yüzümü eğdirme demedim mi? İlk işiteceği azar buydu. Yoldan bulduğun adamı tuttun kolundan getirdin. Neyin nesidir kimin fesidir bilmiyoruz, dememiş miydim? Yaptığı seçimi başına kakacaktı. Arkasından mahallelinin konuşacaklarıyla baş edebilecek miydi peki? Ne diyecekler? Nişanı atmış. Yürüyüşünden belliydi o kızın. Bankada çalışmak onu şaşırttı. Gel de temizle iftiraları. Genç bir kız ağızlara sakız olmaya görsün. Acımadan işi namusa kadar götürürler. Ha boşanmışsın ha nişanı atmışsın ikisi de bir onlar için. Defolu mal muamelesi görecekti bundan sonra.
Eli yüzüğüne gitti. “İnce, telden bir halka! Bu teneke parçası mı senin lâyığın? İp dolasaydı parmağına onu da kabul ederdin, öyle mi!” diyen babasının homurtusunu işitti. Halbuki o, babasının aksine ne çok anlamlar yüklemişti yüzüğe. Yutkundu. Ne kadar da haklıymış babam, ben görememişim.
Oysa kimse ona kendini Rıdvan kadar değerli hissettirmemişti. Göz boyamasıymış davranışları. Kartal avını en yükseğe çıkarır sonra tepe üstü bırakıverirmiş boşluğa. Yeni bir hayata geçecekti güya. O da anahtarı olacaktı hayalindeki hayatın. Biliyordu. Biliyordu evet. Kadına nasıl davranılır iyi biliyordu. Üniversite okumuş diyordu. Güzel sözler, çiçekler, hediyeler… Tanıdığı diğer erkeklere benzemiyordu. Ağzı da laf yapıyordu. Gülümsedi. Cennetteki huri kızları görse güzelliğini kıskanır, demişti. Böyle gururlandırıcı sözlerle aklını çelmişti. Rıdvan olmasa, o, güzelliğini dahi fark etmeyecekti. Babasına direnmiş, ilk kez boyun eğmemişti. Ama ne oldu. Güm. Balon patladı. Hem de elinde. Nasıl bir Tanrı yarattıysa artık gözünde! Her şey halkayı parmağına takana kadarmış. Hem de ne halka. Telden. Zavallı bir kurban gibi hissediyordu kendini. İlgi kurbanı. Tanıdığı diğer erkeklerden ne farkı kaldı ki; kaba, buyurgan, müdahaleci… Babası var sanki karşısında. Güya, yeni hayatının anahtarı olacaktı. Yarın bir gün o anahtar kapıyı üstüne de kilitler.
Akşam trafiği caddeyi kilitlemiş araçlar dura kalka ilerliyordu. Durağa yanaşabilmek için ikinci şeritte hayli bekledi otobüs. Yanına bir lise öğrencisi oturdu. Bıyıkları terlemeye başlamış delikanlının yüzü sivilceden görünmüyordu. İçerisi tıklım tıklım. Bütün koltuklar dolu, adım atacak yer yoktu. Leş gibi ter kokuyordu delikanlı. Bayat balık var koltukaltlarında sanki. Burnunun direği kırıldı. Ayağa kalkıp pencereyi hafif araladı. İçeri dolan yoğun egzoz kokusu otobüsün ağır havasını daha da koyultmaktan başka işe yaramadı. Midesi ağzına geldi. Ne bekliyorduysa. Itırlı rüzgâr esintisi mi? Kalkıp pencereyi kapattı.
Otobüs yeni bir durakta daha durdu. Sırada bekleyenlerin suratına tek tek baktı. Sonra içerinin röntgenini çekti yeniden. Şükür binenler arasında yoktu. Yetişemez artık. Yay gibi gerili kasları gevşedi nihayet. Tuhaf bir sevinç dalgası bedenini sardı. Paçayı yırttım. Belli ki peşimi bıraktı. Kafasını yeniden otobüs camına dayadı. Nereye kadar götürebilir bu ilişkiyi? Nişanlı çift böyle mi olur! Evlenmeden tükendi. Daha kaç kere affedebilir. Davranışlarını kontrol etmekten yoruldu. Restoranda duvara karşı oturtmak da nedir! Herkesin gözü ondaydı sanki. İzin verse cebine koyup gezdirecek kimse görmesin diye. Başlarda bunu aşk zannetmişti. Hafiften hoşuna da gidiyordu doğrusu. İnanılır gibi değil, garsondan su istedi diye burnundan getirmişti. Kendine güveni kalmadı. Yanında elini kolunu nereye koyacağını şaşırıyordu sürekli. Annesine çıtlatmıştı sıkıntısını. Askermiş. Ayda bir görüyormuş. “Evlenince durulur,” diyordu annesi. Seven erkek kıskanırmış. Mış, mış, mış... Ümidi yok artık. Şimdi bunları yapan yarın değişecek öyle mi?
Bir de şu dantelli bluz meselesi var. Hatırladıkça ümidi biraz daha soluyordu. O hafta sonu izinli gelmişti askerden. Bu dantelli şey bir daha giyilmeyecek, git hemen üstünü değiştir diye üzerine yürüdüğünde yüzüğü avucuna bırakmalıydı. Evlerinin önünden henüz ayrılmamışlardı. Leyla, pencereye baktığında babasının onları izlediğini anladı. Gözüyle pencereyi işaret etti nişanlısına. Rıdvan müstakbel kayınpederini fark edince olduğu yere çakılmıştı. İlgi çekmeye çalışıyormuşum. Bankada çalışıyorum ya, müşterilerden bile kıskanıyor. İzin versem kafese kapatacak.
Şimdi gel de evdekilere hesap ver. Nişanlın nerede, yemeğe gelmeyecek mi? Ne diyecek. Bir şey uydurmalı. İnanmazlar. Ne hazırlıklar yapmıştır annesi. Baba baskısından kaçayım derken bin beterine tutulmuştu. Hepsi aynı mı bu erkeklerin? Korna sesiyle irkildi. Camdan dışarı baktı ama neler olduğunu tam olarak anlayamadı. Hasta mı var acaba? Derken otobüs ani frenle durdu. Otobüsün önüne dörtlülerini yakmış bir taksi geçmişti. Neler oluyor? Saygı kalmamış kimsede. İyice kilitlendi trafik.
Her şeyi unutabileceği bir rüyaya dalmak istiyordu şimdi. Gözlerini kapadı. Otobüsün içindeki uğultu yavaş yavaş kulaklarından çekildi. Dalmak üzere. Bir ses yükseldi içerde. Şoför birilerine küfretmeye başladı. Neler oluyor, merak etti. Göz kapakları demir birer külçe kadar ağırdı, açamadı. Çok yorgun. Yoğun bir sisin içine düştü. Uyudu uyuyacak… Sinek vızıldaması gibi tuhaf bir ses duymaya başladı. “Kalk oğlum, yanındaki hanım nişanlım.” Gözlerini açtı. Karanlık bulutlar perdeledi önünü. Rüyada mı, uyanık mı ayrımını yapamadı. Kapayıp açtı göz kapaklarını. Olup biteni algılamaya çalıştı. Üzerine kot pantolon geçirmiş iki uzun bacak gördü önce. Tuhaf bir korku oturdu göğsüne. Birer sütun gibi yükselen bacakları takip etti. Rüyada olabilir miydi gerçekten! Kafasını kaldırdı, az önce yanında oturan öğrenci koridorda dikilmiş uflayıp pufluyordu. Rüya balonu çoktan patlamış, nişanlısı yanındaki koltuğa yerleşmişti bile. Korku, ucu açılmış bir çıbanın dağılması gibi yüreğine yayılıverdi. Ani bir refleksle cama doğru çekti kendini. Hay lanet olası, yetişmiş. Az önceki taksideki oydu demek. Ruh hastası, manyak… İnsem mi! Yüreğindeki korku, kaderine küsme duygusuyla karıştı. Bu adamı mı sevmişti? Vahşi bir hayvan gibi iz sürüp bulmuştu onu.
“Bana hesap vereceksin?”
Gözü dönmüştü bir kere, didikleyip duruyordu nişanlısını. Leyla, ayakta dikilen birkaç kişinin merakla ikisine baktığını fark edince elini sessiz ol manasında dudaklarına götürüp, “İnince konuşalım,”dedi. Nişanlısının bitip tükenmek bilmeyen kıskançlıklarından iyice yorulmuştu. Güvenin, saygının olmadığı ilişkilerinde aşk da kalmamıştı. Kaygıyla sağa sola bakındı, “Ya yolcular arasında bir komşumuz varsa?” Rıdvan, nişanlısının sözlerine kayıtsız bir gülümsemeyle karşılık verdi. Leyla, çaresiz, sesini alçaltıp, “Yeter artık! Rezil ediyorsun beni. Babamın kulağına giderse ne yaparım?” diye çıkıştı.
“Restoranın kapısındaki o adamı tanıyordun sen!”
“Usandım artık. Tanımadığımı söyledim sana.”
Rıdvan’ın boynundaki damarlar kabardı. Gözleri yuvalarından fırladı, kıskançlık dolu birer alev topuna döndü. Leyla’nın bileğini kavradı.
“Adamla göz göze gelince başınla selam verdiğini görmedim mi sanıyorsun! Benim size baktığımı anlayınca başını çevirdin. Tanımıyormuş gibi davrandın.”
“Hastasın sen.”
“Beni kıskançlıkla suçlayıp ayıbını örtemezsin. Kimdi o?”
Leyla sesini alçalttı, “Adamın boğazına yapıştın. Tanımıyorum, dedi sana. Duymadın mı?”
Gözü dönmüştü Rıdvan’ın. Cama yapışmış oyuncak bebek gibi duran nişanlısını iyice köşeye sıkıştırdı. Sanki adamla kapıştıkları o anı yeniden yaşıyordu, elini yumruk yapıp inmeyi bekleyen ağır bir balyoz gibi havaya kaldırdı. “Elimden almasalar öğrenecektim kim olduğunu.” Etraftaki yolcular söylenmeye başladı. “Ne oluyor delikanlı?” Hareketlerini kontrol etmekte zorlanıyordu. Ok yaydan çıkmıştı çoktan. Etraftan gelen tepkileri işitince ellerinin gücü çekiliverdi. Umursamayan bakışlarla süzdü söylenen yolcuları. Sonra, öfkesini bileyen yeni şeyler hatırlamış gibi genç kızın bileğini yeniden kaptı.
“Canımı yakıyorsun. Bileğimi bırak! Rezil ediyorsun beni.”
Freni boşalmışçasına kıpkırmızı bir suratla öfke kusmaya başladı kıza. “Hep kafamın içinde dönüp duran sorular vardı. Bu kız bana bakmaz diyordum.”
Etraftaki ağızlar yeniden homurdanmaya başladı. “Siz karışmayın nişanlısıyım.” Tepesinde dikilen bütün başlar bir çift gözdü o andan sonra. Genç kız utanç içinde gözlerini indirdi. Omuzları çöktü. Göz pınarları doldu. Parmağındaki incecik yüzükle oynamaya başladı. Küçük bir kız çocuğu kadar savunmasız kalmıştı. Nişanlısı ayağa kalktı. İki uzun bacak olup devleşti. Acımasızlıkta masallardaki et beyinli devler gibiydi. Kızı dirseğinden tutup koridora doğru çekti. Yolcular ayakaltında ezilmekten korkan cüceler gibi sağa sola çekildi. “Aşağı iniyoruz. Konuşacaklarım bitmedi daha.”
“Bırak kolumu,” diyebildi. Saniyeler içinde elleri, ayakları, bütün bedeni küçülüverdi sanki. Gözden çıkarılmış bir kurbandı o! Kontrolünü kaybedip ağlamaya başladı. Onun ağladığını görenler yavaş yavaş cüsselendiler. İçlerinden biri cesaretle, “Şoför Bey aracı karakola çek,” dedi. Rıdvan nişanlısını elinden çekip, “Haydi iniyoruz,” diyerek yürümesi için zorladı. Orta yaşlı bir adam yakasına yapıştı gencin. “İn ulan aşağı.” “Sen karışma moruk.” Adam hiddetle yumruğunu delikanlının kızı kavrayan eline indirdi. “Kaç kızım!”
Leyla, kor bir ateş gibi parmağını yakan telden halkayı çıkarıp yere attıktan sonra otobüsün açılan kapısından dışarı atladı.
Zeliha Tamer Uçar
Kalbim pır pır okudum hikayeyi,kaleminize sağlık 💖
O yüzük çıkana kadar bizde yaşadık o kalp çarpıntısını. Çok sürükleyici tebrik ederim