Öykü- Zeynep Altuntaş- Yüzü Olmayan Adam
- İshakEdebiyat
- 19 Nis
- 3 dakikada okunur
Kasabanın sabahları hep aynı kokardı. Isınan taş duvarlardan yükselen nemli toprak kokusuna, şakayıkların keskin bahar kokusu karışırdı. Duygu, her sabah penceresini açtığında, bu kokunun içine dolmasına izin verirdi. Ona varlığını hissettiren tek şey belki de buydu.
Evindeki küçük atölye, zamanın içinde sıkışıp kalmış gibiydi. Masanın üzerindeki fırçalar, kurumuş boyalar, üst üste yığılmış tuvaller… Ama içlerinden biri diğerlerinden farklıydı. Her sergisine koyduğu, fakat asla satmadığı bir resimdi bu. Bir adamın silueti…
Fondaki eski taş sokak, pencerenin önüne sarkan çiçekler, omuzları, saçları… Her şey tamamlanmıştı.
Ama yüzü yoktu.
Onun gözlerini çizemiyordu.
Bilinçaltında bir engel var gibiydi. Sanki bu yüzü tamamlamak bir tür kehanetti. Eğer o çizimi bitirirse, bir şey değişecekti. Ama ne?
İlk başlarda bunun sadece bir takıntı olduğunu düşünmüştü. Ama tuvali ne zaman karşısına alsa elleri titriyor, fırça havada asılı kalıyordu.
Bir gün bu adamı gerçekten görecek miydi?
Kasabanın eski sokaklarında yürürken, kitapçının yanındaki terk edilmiş dükkânda bir hareketlilik fark etti. Daha önce bomboş olan vitrin, şimdi içeride yanıp sönen loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Camdan içeri baktığında, boya kokusunun hâkim olduğu dağınık bir atölyeyle karşılaştı.
Ve ortada, büyük bir tuvale eğilmiş bir adam…
Ama asıl garip olan şey, adamın çizdiği resimdi.
O da bir yüzü tamamlamaya çalışıyordu. Ama yapamıyordu.
Duygu’nun içinden garip bir ürperti geçti. İçeri adım atmadan önce bir an durdu. Bu adamı daha önce hiç görmemişti ama içinde tuhaf bir his vardı. Sanki onu tanıyordu.
Kapıdan içeri girerken ahşap zemin hafifçe gıcırdadı. Adam başını kaldırdı.
Ve Duygu’yu gördü.
Derin, koyu gözleri vardı. Ama sanki bir anlığına gözleri donuklaştı, zihninin bir yerlerinde bir şeyler yerine oturuyormuş gibi…
Duygu’nun sesi titrek çıktı.
“Sen de… eksik bir yüz mü çizmeye çalışıyorsun?”
Adam uzun uzun ona baktı.
“Senin resmin gibi mi?”
Duygu’nun kalbi duracak gibi oldu.
Bunu nasıl bilebilirdi?
Adam yavaşça yerinden kalktı. Hafifçe başını eğerek elini uzattı.
“Ben Fırat.”
Duygu bir an duraksadı. Sanki bu ismi çok önceden duymuş gibiydi. Ama nerede?
Kendi ismini söylerken sesi biraz kısıldı.
“Duygu…”
Fırat hafifçe gülümsedi.
“Sanırım ikimiz de aynı hikâyeyi farklı yerlerden çiziyoruz.”
Duygu’nun içinden bir ürperti geçti.
Ve o an, aslında bu hikâyeyi çok daha önceden bildiğini hissetti.
Adam yavaşça yerinden kalktı. Masanın üzerindeki eski bir defteri açtı ve bir sayfayı çevirdi. Sayfanın ortasında, yüz hatları tamamlanmamış bir kadın eskizi vardı.
Uzun saçları, belirgin çene hattı, gölgelerle detaylandırılmış omuzlar… Ama gözler eksikti.
Duygu’nun içinden buz gibi bir ürperti geçti.
Bu… kendisi miydi?
Parmak uçlarını sayfanın üzerine gezdirdi. Ellerinin hafifçe titrediğini fark etti.
Adam dikkatle onu izliyordu.
“Bunu… ne zaman çizdin?” diye sordu Duygu, neredeyse fısıltıyla.
Adam başını eğdi.
“Bilmiyorum.”
“Nasıl yani?”
Sayfaya uzun uzun baktı.
“Bunu bir gece rüyamda gördüm.”
Duygu geri çekildi. İçini garip bir his kapladı. O, yıllardır yüzünü tamamlayamadığı bir adamı çiziyordu.
Ve şimdi, karşısında duran bu adam, yüzünü tamamlayamadığı bir kadını çizmişti.
Bu, bir rastlantı olamazdı.
Duygu ve Fırat, o günden sonra her gün bir araya gelmeye başladılar. Birlikte kahve içiyor, boyalar üzerine konuşuyor, birbirlerinin fırçalarını karıştırıyorlardı. Ama ikisi de biliyordu…
Bu, sadece basit bir dostluk değildi.
İkisi de birbirlerinin yarım kalan resimlerini tamamlamaya çalışıyordu.
Ama bir sorun vardı.
Duygu, Fırat’ın gözlerini çizemiyordu.
Fırat da Duygu’nun gözlerini tamamlayamıyordu.
Ne zaman gözlere sıra gelse ikisinin de eli duruyor, içlerini garip bir ürperti kaplıyordu.
Bir akşam, Fırat Duygu’nun atölyesine geldi. İçeri adım attığında, duvarda asılı duran o eksik resme gözleri takıldı. Uzun uzun baktı.
Sonra bir şey fısıldar gibi bir sesle,
“Beni çiziyorsun,” dedi.
Duygu irkildi.
Fırat yavaşça resme yaklaştı, parmaklarını siluetin üzerine gezdirdi.
“Ama gözlerim yok…”
Duygu nefesini tuttu.
Fırat, masasındaki fırçalardan birine uzandı ama sonra durdu.
“Bunu ben çizemem,” dedi.
“Bunu sen yapmalısın.”
Duygu fırçayı aldı. Elleri titriyordu.
Ama fırça tuvale dokunduğunda içini korkunç bir his kapladı.
Birden zihninde bir görüntü belirdi.
Fırat’ın gözlerini çizecek olursa onun yok olacağını hissetti.
Ellerini geri çekti.
Gözleri ona kilitlenmişti.
“Bunu yapamam.”
Fırat yavaşça başını salladı. Sesi derin ve neredeyse melankolikti.
“Biliyorum.”
Duygu, içindeki ürpertiyi anlamaya çalışıyordu.
Fırat uzun bir sessizlikten sonra konuştu.
“Bazı resimler tamamlanmaz, Duygu.”
Gözlerini ona çevirdi.
“Çünkü biz zaten çoktan çizilmişizdir.”
Duygu’nun kalbi hızlandı.
O anda bir şey fark etti.
Bu adamı gerçekten tanıyor muydu?
Onu gerçekten daha önce görmüş müydü?
Bir anda resmine yeniden baktı. O eksik yüz…
Beyni yavaş yavaş parçaları birleştirmeye başlıyordu. Ama bir parça eksikti.
Fırat hafifçe gülümsedi.
“Bazen tamamlanmamış bir resim, tamamlanmış bir hayattan daha gerçektir.”
Sonra geri çekildi.
Ve Duygu, gözlerini bir anlığına kırptığında, Fırat’ın atölyede olmadığını fark etti.
Tıpkı hiç var olmamış gibi.
Tuvaline döndü.
Ve o an, Fırat’ın gözleri resimde belirmişti.
Ama o artık orada değildi.
Zeynep Altuntaş
Comments