Yarışma
Tabloların bırakıldığı büyük odanın geniş kanatlı kapıları açıldı ve yarışma jürisi Giovanni Battista Crescenzi ile Juan Bautista Maino içeri alındı. İkisinin de yüzlerinde merak ile şaşkınlık karışımı bir ifade okunuyordu. İlk defa böyle bir görev almışlar, sonucu herkes gibi onlar da hevesle beklemekteydi:
“Evet, karşımızda dört usta ressamın elinden çıkma eser var,” dedi Crescenzi dikkatle her bir resmi inceleyerek.
“Tarihi bir olayı ele almışlar,” diye ekledi Maino.
“Tuvallerin boyutları Kral’ın istediği ölçülerde.”
“Aynalı Salon’da, Tiziano’nun resmettiği Kral V. Carlos’un at üstündeki resminin yanına konulacakmış.”
“Bu resim Kral IV. Felipe’nin babası III. Felipe’nin ruhunu onurlandıracakmış.”
“Evet, hem de İspanya’nın.” İkisinin de yüzünde gururlu bir ifade peydah olmuştu.
“Ressamların isimleri gizlenmiş, tamamen tarafsız bir değerlendirme istiyor Majesteleri.”
“Her birine bir numara verilmiş. Altı, sekiz, on ve on iki numara. Jüri altı, on ve on iki numara önünden hızla geçmiş aradıkları etkiyi ve duyguyu pek bulamamışlardı. Sekiz numaralı resmin önüne geldiklerinde gözlerini ayıramadılar. Resim mıknatıs gibi ona bakanları içine çekiyordu.
“Pekâlâ. Ben her bir figürün diğeriyle orantı ilişkisine ve derinliğine baktığımda oyumu sekiz numaradan yana kullanıyorum. Karşımda resimden çıkıp benimle konuşacak kişiler var sanki. Tüylerim diken diken oldu. İnsana hissettirdiklerini de göz önüne alırsak bu bir başyapıt,” dedi Maino.
“III. Felipe’nin gözlerindeki zafer dolu bakış, komutan edası, İspanya’nın heybetli bir kadın figürüyle sembolize edilmesi, Mağribîlerin bütün hayatlarını bir heybeye sığdırarak ülkeyi terk edişleri. Yurt bildikleri bu topraklara bir daha dönemeyecek olduklarını anlamaları. Çok insani bir tablo. Her iki tarafa da tamamen tarafsız yaklaşmış. Zaferle dram iç içe, eşit oranda paylaştırılmış. Bu bir sanat şaheseri. Benim de oyum sekiz numaraya.”
Saray’da
Saray’ın demir bahçe kapısı ağır ağır gıcırdayarak açılmış Madrid’in hazan mevsiminde düşen şarabi yapraklar gibi ailecek kupa arabadan dökülüvermişlerdi. Gelmeden bahsi o kadar çok geçmişti ki neredeyse insanüstü birini bekler olmuştum. “Baba tarafı Portekizli asillerdenmiş de, asaleti her halinden belliymiş de, resim yaparken kırmızı boyaya kendi kanından katıyormuş da,” derken sırtından kanatlar çıkan, gözleri dört bir yana dönen, yüz ifadesinden hiçbir şey okunmayan bir adamı bekler olmuştum. Odamın bahçeye bakan penceresinden gelişlerini seyrederken alelade üç kişilik bir aile vardı karşımda. Uzaktan yetenekli bir ressamdan ziyade ailesiyle gurur duyan, iyi bir aile babası izlenimi veriyordu. İnce yapılı, orta boylu, kumral saçlı, bakımlı sakallarıyla tipik bir İspanyol erkeğiydi. Zaten bir insanın yeteneği uzaktan nasıl anlaşılırdı ki? Karısının ağırbaşlı hareketleri, kızlarının üstü başı ve yanında getirdiği sandıklar dolusu kitapla hali vakti yerinde bir aileye benziyorlardı.
“Aman Allah’ım ne kadar çok kitap,” demiştim. “İnsan bu kadar çok kitap ile ne yapar?”
Hayaller
“İşte buradayım. Kraliyet Sarayı’nda. Sonunda hayallerim gerçek oldu. Beklediğimden kolay oldu, hak ettim doğrusu. Bütün Endülüs’te doğuştan gelen bir yeteneğim olduğu anlatılır. Ustam Pacheco da pek çok kişinin yıllarca uğraşıp beceremediği şeyleri hemen yapıverdiğimi söyler. ‘Tanrı’nın sana bahşettiği bu armağana ihanet etmeden çok çalış Diego,’ der, ‘çok çalış.’
Üstün yeteneği fark etmek de ayrı bir maharet ve zekâ gerektirir. Burası hizmetlerimin karşılığını alacağım yer olacak eminim. Sevilla’daki stüdyomu biraz bekler kapatırım. Tam yirmi dört yaşındayım. Kendimi kanıtlamak, düzenli gelir elde etmek, kalacak yer bulmak, ailemi geçindirmek, genişletmek, kendimi geliştirmek, yeni müşteriler bulmak ne kadar da zordu. Ignacia burada doğmuş olsaydı yaşatabilir miydik? Benim küçük bebeğimi, meleğimi?
Sarayda çalışmak? Saray demek kendini canlı canlı mezara koymak, der her zaman Lope de Vega. Aynalı Salon’da şimdiye kadar hiç görmediğim ve hayatım boyunca göremeyeceğim sanatçılar geçidi var. Varın gömün beni buraya, razıyım. Kral bana ve aileme, saraya bir kapı ile bağlanan bir kat tahsis edecekmiş, anahtarı sadece bizde ve onda olacakmış. Diğer ressamlar beni çiğ çiğ yiyecekler. Hazırlıklı olmalıyım. Kıskançlığa, hasede, entrikalara, fısıltılara…
Halktan kopuk sanatçı susuz kalmış ağaca mı benzer? Göreceğiz bakalım, bu kapı nereye açılacak?
Mektup
Küçük bir ardıç kuşu odanın pencere çıkıntısına pır diye konuverdi, orada uzun süre durmaya niyetli değildi, Juana elini yavaşça uzattı, ardıç da yemi kaptığı gibi boyundan hiç beklenmedik bir hızla göğe yükseldi. Her sabahki rutinini tamamlamış aklındakileri bir an önce kâğıda dökmek üzere yazı masasına geri dönmüştü. Pürüzsüz meşe masanın üstünde ellerini gezdirdi, atölyenin tam tersine derli topluydu burası:
Madrid, Haziran 1626
“Sevgili Babacığım,
Umarım senin ve anneciğimin sıhhati sağlığı yerindedir. Sizleri, güzelim Sevilla’yı çok özledim. Sokaklarda özgürce dolaşmayı, pazara gidip alışveriş yapmayı, komşularımla dedikodu yapmayı da. Aman sakın yanlış anlama burada mutsuz değilim. Sadece sarayda olmak bambaşka bir şeymiş, kimin samimi, kimin senden laf almaya çalışan bir muhbir olduğunu bilemiyorsun. Hiç kimseye güvenemediğimden, kendimi Diego’nun atölyesini bir düzen içinde yürütmeye ve Francisca’nın iyi bir eğitim almasına adadım. Biliyorsun, Kral gelir gelmez Diego’ya çalışması için bir yer tahsis etmişti. Atölye’nin yedek anahtarı bir tek onda var. Son zamanlarda her gün öğleye doğru geliyor ve Diego çalışırken onu seyrediyor bir yandan da sohbet ediyorlar. Ben de onlara hizmet ediyorum. Çayın yanında sevdiği kurabiyeleri ellerimle yapıyorum. Kral okumayı seven bir adam, kocam da tam bir kitap kurdu olduğundan, çok iyi anlaşıyorlar. Diego’dan at üstünde bir portresini yapmasını istemişti. İki ay önce tamamlandı. Resim çok beğenildi ama bir o kadar da kıskanıldı. Dedikodular ayyuka çıktı. Güya, Olivares, Sevillalı olduğundan biz de ailecek kayırılıyormuşuz. Aslında damadın o kadar da yetenekli değilmiş falan filan. Diego’nun huyunu bilirsin, az konuşur, çok çalışır ve hiç mızmızlanmaz. Ama hazinedar bile parasını vermekte hep gecikiyor. “Bunları anlat Kral’a,” diyorum. “Gerek yok,” diyor. Bakalım nasıl çözecek bu sıkıntıyı.
Buraya gelişimiz Diego’nun kariyeri açısından isabetli bir kararmış. Bizim için endişelenmeyin. Şimdilik bu kadar.
İkinizi de hasretle kucaklıyorum,
Sevgilerimle,
Juana”
Aynalı Salon
Krem rengi üstüne işlenmiş pembe oymaları ile süslü devasa kapının ardında bulunan Aynalı Salon, Saray’ın en gürültücü topluluğunu barındırırdı. Fısıltıları, kahkahaları sadece Kral Felipe’nin köpeği ile Prenses Margarita’nın kedisi duyar, garip hareketler yapar, insancıklar da pek anlam veremezdi bu hareketlere. Aynalı Salon adını aynayla kaplı tavanından alırdı. Başınızı yukarı kaldırdığınızda kendinizle karşılaşırdınız, size sürekli izlendiğiniz mesajını verirdi bu aynalar. İster ilahi güç deyin ona, ister sizden daha güçlü biri, ister karınız ister kocanız ama sizi izleyen gözler her yerdeydi. Hele ki Saray denen bu yerde tamamen özgür hissetmek imkânsız gibi bir şeydi.
Kral ile Kontdük Olivares sabah kahvelerini içmek üzere Aynalı Salon’da buluşmuşlar camın önündeki kan kırmızı rahat koltuklara yerleşmiş, kahve kokusunu içlerine çeke çeke keyifle içmişlerdi. Ayaklarının altında boylu boyunca yumuşacık bir Türk halısı uzanıyordu. Halının desenleri ile koltukların rengi harika bir uyum içindeydi, hayat ağacı desenine dalıp gidebilirdiniz saatlerce. Dokuyanın ellerinin büyük mü yoksa küçük mü olduğu, ritmi, ruh hali okunurdu desenlerden. Bu salon Felipe’nin Saray’da en sevdiği köşeydi. Hem Saray’ın rengârenk çiçeklerle dolu bahçesini yukarıdan izleyebilir hem de duvarlarda asılı tabloları seyre dalardı.
“Anlat bakalım Olivares, Velázquez nasıl gidiyor?”
“Gayet iyi majeste, gayet iyi. Geldiğinden beri Kraliyet ailesindeki herkesin portresini yaptı biliyorsunuz. Rodrigo de Villandrado’nun ölümünden sonra onu seçerek doğru karar vermişiz.”
“İstisnai bir yetenek olduğu kesin. Peki diğer ressamlarla arası nasıl?”
“Onlarla dost olmaya çalışmıyor. Düşman da değil. Kimseyi kendine rakip bile görmediğinden herkese ve her şeye aynı mesafede duruyor, tamamen kayıtsız kalıyor.”
“Onlar ne yapıyor?” Ayağa kalktı, ileri geri yürümeye başladı, aynadaki yansıması da onunla. Gergin olduğu zamanlarda hareket etme ihtiyacı duyar ya yürür ya da yemekteyse ayağını titretirdi.
“Dedikodu.”
“Dedikodu mu? Benim sarayımda!” Ağırlığı altında ezilen parkelerin sesi duyuldu.
“Aman efendim hemen hiddetlenmeyiniz. Sadece birkaç konuşmaya şahit oldum.”
“Neymiş bu konuşmalar?”
“Velázquez’in portre ressamı olduğu, sadece başların nasıl resmedileceğini bildiği, tarihi bir olayı anlatan kompozisyonların altından kalkamayacağı gibi şeyler.”
“Sence, çizebilir mi?”
“Hem de en âlâsını.”
“O zaman babam III. Felipe’nin onuruna, 1609’da kazandığı zaferi anlatan bir resim yarışması düzenleyelim. Jüri de dışarıdan seçtiğimiz tarafsız yetkin kişiler olsun.”
“Baş üstüne majesteleri.”
Kral, bahçede uzun bir yürüyüş yapmak üzere salondan ayrılırken, Kontdük de haberi ressamlara vermek üzere atölyelerin yolunu tuttu.
Kral ve Olivares gidince salonda fısıldaşmalar başladı. Önce Türk halısı girdi söze:
“Şimdi de bir savaş resmi gelecek desenize.”
“Konuşmalara bakılırsa öyle görünüyor,” diye atıldı bir El Greco tablosu.
“Ölümlü olduklarını neden anlamaz bu insancıklar?”
“Bence çok iyi anladıkları için bu telaşları. Bütün gün ressamların karşısında poz verip duruyorlar,” dedi gösterişli Rubens.
“Ressamlar da çiz babam çiz.”
“Onlar da ölümsüzlüğü arıyor. Arkalarında bir eser bırakmak için, şuracığa attıkları imzaları nesiller boyu okunsun diye bütün gayretleri.”
“Haksız da sayılmazlar, sen ne kadardır buradasın Tiziano?”
“Seksen yıl olmuştur.”
“Ya sen Rubens?”
“Yirmi yılcık.”
“Sonsuza dek burada olacağın kesin bu parlak renkler ve ihtişamınla.”
“Biz sanat eserlerinin ömrü insanlardan uzun o kesin.”
“Ama bir kıvılcıma bakar, yok olmamız. Tanrı’nın yarattığı insancıklar toz olup giderken, bir faninin elinden çıkmış bizler nasıl ölümsüz olalım?”
“Aman haydi bırakın onu bunu da. Tiziano’nun yanına nasıl bir şey gelecek onu düşünelim?”
“Kibirli biri olmasa keşke…”
Rakipler
Saray ressamları Carducho, Cajés ve Nardi her sabah olduğu gibi resim atölyesinde buluşmuş çalışmalarına başlamıştı. Her biri kendi alanında usta sanatçılardı, içlerinde en eskisi Carducho idi, aslen İtalyan olup yıllar önce ağabeyi Bartolomé ile El Escorial Sarayının fresklerini resmetmek için Madrid’e gelmiş, kader onu buraya bırakıp gitmişti. Cajés, Kral’ın babası III. Felipe’den yadigardı. Nardi ise Velázquez’den sonra Saray’a kabul edilmiş, genç bir ressamdı, henüz maaş bağlanmamıştı. Para almasa da bu ortamda bulunmak üstatlarla çalışıp kendini geliştirmek onun için büyük fırsattı. Saray’ın teklifini kabul etmemek için deli olmak gerekirdi.
“Kral artık sizden portre istemiyor mu üstadım?” diye sordu Nardi.
“Doğrudur, mavi kanlıya sözü varmış, ondan başkasına portresini çizdirmeyecekmiş,” diye yanıtladı Carducho yüzünü buruşturarak.
“Vay, vay adama bak. Şunun şurasında iki yıldır burada ama büyük kuşu çoktan kafeslemiş.”
“Ne yapalım, biz de elimizdekilerle idare edeceğiz?
“Lope de Vega çok başarılı oluyor Bay Cajes, tebrik ederim.”
“Sağ olun, eksik olmayın, Kraliyet üyelerine ulaşmak imkânsız artık.”
Onlar böyle hararetli konuşurlarken içeriye Kontdük Olivares girdi. Gözlerinde pırıltılar yanıp sönerken, istediğini almış bir adamın zafer dolu gülümsemesi vardı yüzünde. Güzel bir haber ile geldiğini anlayan ressamlar hemen etrafını sardılar.
“Anlatınız, sayın Kontdük,” dedi Cajés küçük kahverengi gözlerini sabitleyerek.
“İstediğiniz oldu beyler, Kralı yarışmaya ikna ettim.” Hepsi pür dikkat kesilmişti.
“Harika haber!”
“Bu onun sonunu getirecek.”
“Sonunu demeyelim de bayağı bir yara alacak bence. Çünkü yarışmayı ben kazanacağım.”
“Kendinden o kadar emin konuşma Carducho.”
“Tamam beyler, fazla yorum yapmadan, çalışmaya başlayın bakalım, üç ayınız var.”
“Jüri peki, jüri kim olacak? Kral demeyin sakın,” dedi Cajes hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle.
“Hayır, yarışma tamamen tarafsız olacak. Haydi bakayım göreyim sizi. Şu kibir abidesinin burnunu sürtelim biraz.”
Kontdük odadan çıktığında çıt çıkmıyordu, aslında her biri, Velázquez’in resimlerindeki detayları onun gibi kimsenin çizmeyi başaramayacağını biliyordu. Carducho bir keresinde “Sadece kafaların nasıl resmedileceğini biliyorsun,” dediğinde; Velázquez de “Bana iltifat ediyorsunuz sevgili dostum, zira bunu benim kadar iyi yapan başka birini tanımıyorum,” diyerek adeta meydan okumuştu. O zaman hepsi onu başka bir alanda savaşa çekmeye karar vermişlerdi. Bakalım başarılı olabilecekler miydi?
Ödül
Sabahleyin herkes Kabul Salonunda toplanmış heyecanla Kral’ın sonucu açıklamasını bekliyordu. Salonda yarışmaya katılmış ressamlar, çırakları, Kontdük Olivares, jüri üyeleri ve saray hizmetlileri hazırdı. Carducho kimseyle göz göze gelmeden sakince oturuyor, salondaki tabloları inceliyordu. Bu salona bir iki defa gelmişti. Duvarlara asılmış ipek İran halılarının ihtişamından gözünü alamıyordu, bu ciddiye almaz tavırlarıyla, rakiplerine yarışmayı ben kazandım mesajı veriyordu.
Yapılmış bütün resimler yan yana dizilmiş, üstleri bir örtüyle kapatılmış, sonuç açıklandıktan sonra göz önüne çıkacaklardı.
“Öncelikle bu yarışmaya katıldığınız ve aylarca emek verdiğiniz için hepinize tek tek teşekkürlerimi sunmak isterim.”
“Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için biz teşekkür ederiz Majesteleri.”
“Evet, bize sonucu açıklar mısınız Keşiş Maino?” Keşiş elindeki katlı kâğıdı yavaşça açarak yazılı numarayı okudu.
“Kazanan sekiz numaralı resim, yani Bay Diego Velázquezdir Majesteleri.”
“Teşekkür ediyorum Majesteleri ve üstatlar,” derken Velázquez’in gözlerinde pırıltılar yanıp sönüyordu. Bunca zaman sonra herkes onu ilk defa bu kadar mutlu görüyordu.
“Tebrik ediyorum, açalım bakalım resimleri, ben de merak içindeyim.”
Her bir tablo tek tek açıldı ve bütün gözler bir tek resim üzerinde takılı kaldı. Rakipleri bir an kıskançlıklarını bir kenara bırakıp Velázquez’i canı gönülden tebrik ettiler. Sanat kazanmıştı. Fakat bu sulh dolu an kısa sürecekti zira Kral’ın açıkladığı ödül yeni bir sessiz savaş cephesi açmıştı:
“Ödül olarak bu eser Aynalı Salon’da sergilenecek, ressam saray mübaşiri olacak, 25.000 duka ödenecek, maaşına artış yapılacak ve görgüsünü, bilgisini artırmak üzere kısa bir İtalya seyahatine çıkacaktır.” Kral sözlerini tamamladığında, Velázquez önünde diz çökerek şükranlarını sundu. Yıllardır hayali olan İtalya seyahati sonunda gerçek oluyordu. IV. Felipe bu anın fazla uzamasını istemediğinden ressamın ellerine uzanıp ayağa kaldırdı ve salondakilere dönüp:
“Karşınızda Ressamların Ressamı Diego Rodriguez de Silva y Velázquez,” dedi.
Yangın
Onca yıl emek ver, sadık bir hizmetçi gibi çalış, Kral’ın bir dediğini iki etme sonra bir yeni yetme elindekileri bir çırpıda alıversin. Hayır, kabul edemem. Benim eserim büyük ödüle layıktı. Benim resmim Aynalı Salon’da yer almalıydı. Bir de İtalya’ya gidecekmiş. Yıllardır az dil dökmedim, Caravaggio’yu yerinde göreyim diye, bekle dediler sadece bekle. O burnu büyüğe gününü göstermeliyim.
Düşün Cajes, düşün, Velázquez’i ortadan kaldıramazsın, katil de değilsin canım. Ama tablosunu evet, onu yok edebilirsin. Bütün eserler bir süre aynı salonda sergilenecek demedi mi Kral? O halde? Tabii ya. El ayak çekilince bu işi bitirebilirim.
O gece sabaha karşı Saray halkı genizleri yakan bir koku ve yangın var çığlıkları ile uyandı. Küçük kilisenin çanı hiç durmadan çalıyordu. Görevlilerin yangının nerede çıktığını anlamaları ve ellerinde su dolu kovalar, kalın ve büyük bezlerle doğru yere gitmeleri zaman aldı. Yarışmaya katılan tabloların sergilendiği salona vardıklarında bütün hepsi çoktan alev almıştı. Son bir gayret ile söndürmek için salonun penceresinden bahçeye attılarsa da sekiz numaralı tablo çoktan kül olmuştu. Geriye yüzyıllarca yanıtı aranacak bir soru kaldı. Yangın nasıl çıkmıştı ve sekiz numaralı, “Mağribîlerin Ülkeden Atılışı” başlıklı tablo ile Diego de Velázquez ne anlatmak istemişti?
Zeynep Öztekin Yıldırım
Gerçekten güzel bir öyküydü. Yazarını tebrik ederim. Kendimi bir an öyküdeki ressamlardan birinin yerinde hissettim öyküye imrenirken :)