Hafta sonu kayak merkezine geldim. Instagram’da tatil çekilişinde kazanmıştım burayı. Bana çıkacağını ummayarak anket doldurdum ve bana çıktı. Keşke dedim piyango bileti de alsaymışım şanslı zamanlardan geçerken. Perşembe günü akşamdan hazırladığım valizimi, cuma sabahı iş yerim olan Başkent Gaz’a götürdüm. Bavulumu görenler, “Hayırdır Kemal Bey, kış günü nereye yolculuk,” demeden geçmedi. Bedava tatil kazandığımı söylemedim. “Hiç yaa, kayak yapmak istiyordum ne zamandır. Bu hafta sonu gideyim dedim,” diye geçiştirdim. Tüm gün fatura düzenlemesi yaptıktan sonra atladım uçağa ve gece otele yerleştim. Dışarısı karla örtülüyken sıcacık odamda uyumak ne güzeldi.
Sabah kahvaltıdan sonra dizimize kadar karda bata çıka dağların zirvesine tırmanmaya çalıştık. İnsanların hiçbirini tanımıyordum. Etrafta kayak yapanlar da vardı. Kimi yerleri küçük çalılar kaplamış. Çalıların dibinde hafif mora çalan pembemsi kardelen çiçekleri açmış. Havada kar ılıklığı var. Çizmelerimiz, eldivenlerimiz, şapkamız, montumuz her şeyimizle sarıldık sarmalandık. Tırmanırken düşenler kendi hallerine kahkaha atarak kalkıp kaldığı yerden devam ediyordu. Gayretli olanlar zirveye ulaşmış, kimileri de olduğu yerden çok az ileri gidebilmiş. Bir adım ilerleyip iki adım geri kayarken liseden arkadaşım Sibel’i gördüm. Her zaman kırmızı severdi. Montu siyah olsa da şapkasını, eldivenini kırmızı seçmişti. Uzun saçları şapkanın altından sırtına doğru akmıştı. Denk gelişimize şaşırıp birbirimize koşarken Sibel’in ayağı kaydı, düşerken gülmeye başladı. Kollarını aça aça yatağında uyuyormuş gibi huzurlu uzandı. Elimle sıktığım kartopunu, “Hadi ama kalk da bir sarılayım daha zirveye çıkacağız,” derken ona fırlattım. Kartopu Sibel’in yakınına bir yere düşerken rengi kıpkırmızı oldu. İkimiz de şaşırdık. Bir tane daha kartopu yaptım, onu da fırlattım o da düşerken kırmızı oldu. Otların, dağların kimyası böyle demek ki dedik. Lisede yaptığımız asit, baz testi sonrasında turnusol kağıdının maviden kırmızıya, kırmızıdan maviye dönüşünü hatırladık.
Zirveye asla ulaşamayan bizim gibi tırmanıcılarla inişe geçtik. Bir dağ eviyle karşılaştık. Yan duvarına gelen bahçede yazdan kalma bir hamak yapraksız ağaçlara bağlı duruyordu. Kalabalıktan birileri sahibi var mı diye düşünmeden hamağa atladı. Kimisi de önce davranmadığına hayıflanıp o sallanırken başında sıra beklemeye başladı. Hamağın hemen yakınında bahçe masası ve sandalyeleri vardı. Yorulmuş olanlar hiç düşünmeden sandalyelere çöküp soluklandı, sigara kullananlar yaktı birer tane. Evin yan duvarına gelen bahçeden ayrılıp kapı girişine doğru birkaç kişiyle beraber yürüdüm. İçerisinde yanan ateş ne kadar kuvvetliyse pencereden uzanan borulardan dışarıya ejderhaların ağzından çıkar gibi püskürüyordu. Korkup kaçtık. Hamak başı bekleyenleri de masanın etrafında oturmuş dinlenenleri de yerlerinden sıçrattık. Hiç kimse pencerelerden dışarı püsküren ateşli eve girip bakmaya cesaret edemedi. Kimisi yanardağ ağzına benzetti, kimisi cehenneme. Kaldığımız otele doğru gittik.
Otelimiz prefabrik tek katlı, birkaç koridora ayrılan uzun kollu bir konuttu. İçeri girdiğimizde kadın ve erkek giyinme odası diye iki ayrı bölüm karşıladı bizi. Ben erkek giyinme odasına, Sibel kadın tarafına gitti. Spor salonlarında olduğu gibi küçük demir dolaplar vermişlerdi. Minik asma kilitleri açtık. Birisi telefonundan Hüsnü Arkan’ın “Öyle Bir Rüya” şarkısını açmıştı. Kimisi şarkıya eşlik ederek, kimisi sadece dinleyerek ıslanmış kıyafetlerini kurularıyla değiştiriyordu. Karnımız da acıkmıştı, buradan sonra yemekhaneye gideriz diye düşündüm. Kafamdan tüm aksilikler silindi. Islak kıyafetlerimi çıkardım. Yerine siyah pamuklu eşofman takımımı giydim. Yer yer ak düşmüş siyah saçlarımı tarayıp bağladım. Uzun sakallarımı elimle düzelttim. Kadın giyinme noktasının önünde Sibel’i beklemeye başladım. Daha öncesinden tanımadığım, sarı saçlı, mavi gözlü, ayağında aksaklık olan genç bir kadın yaklaştı. Bu kadın gün içerisinde zaman zaman yakınımda belirmişti; kartopunu Sibel’e atarken, esrarengiz evin orada. Kulağıma eğildi, “Sen o evden çok şüphe ettin ya, gel sana bir şey göstereceğim,” dedi.
“Ne?” diye boğuk bir sesle karşılık verebildim.
“Gelmen lazım,” derken koluma girip çekiştirdi.
Sibel çoktan gelmiş, konuşulanların bir kısmını duymuştu. Sarı topal kadın biraz da duymasını istiyor gibiydi. Sibel’in elini tuttum, “Sen de gel,” dedim.
Kadın önde biz arkada yürüdük. Bir pencere önünde durduk. Biz camdan dışarıya bakarken o arkamızda durdu. Akşam olmaya yakındı, gökte bir alacalık vardı. Yanmaya başlayan sokak lambasının üzerine kan damladı. Başımızı daha yukarı kaldırdık. En üstten geçen elektrik tellerine bir kadın, bir erkek başı saçlarından asılmıştı. Yüzleri birbirine dönüktü. Bakışıyor gibiydiler. İki kesik boğazdan damlayan kan sokak lambasını iyice boyadı. Işık kırmızı olmaya başladı. Lambadan da yere damlamaya başlayan kan karı kızarttı. Kartopunun kırmızıya dönen görüntüsü geldi aklıma. Benim de bacaklarım titriyordu ama belli etmedim. Sibel korkudan bana sarıldı. Arkamızı döndüğümüzde bizi buraya getiren kadın gitmişti. İçeri koştuk. Giyinme odasında hâlâ birileri şarkı eşliğinde ıslak çamaşırlarını değiştiriyordu. Cep telefonumu tırmanırken dağda düşürmüş olduğumu düşündüm. Kesinlikle gidip alamazdım. Montumun ceplerine bakıp orada olduğunu görünce derin bir nefes aldım. Olanlardan kimseye bahsedesimiz yoktu. İkimiz birbirimize bakarken aynı şeyi düşünmüş olmalıydık. Söylesek herkes panik olacak. Söylemesek burada bir şeyler oluyor, birileri tedbirsiz davranıp başına iş alacak. Soyunma odasından çıkan kalabalık yemekhaneye doğru gidiyordu. Arkadaşlar beni dinleyin, bir şey anlatacağım, demeye karar verdim, sesim çıkmadı. Rüyalarda olduğu gibi karabasan çöktü ama bu defa bedenime değil, dilime. Sustum kaldım. Bedenim ateşim çıkacak gibi titremeye başladı. Aynısından Sibel’e de olmuş olsa gerek ki onda da olayı anlatma çabası görünmüyordu.
Neşesi yerinde olan kalabalık yemek salonuna geçti. Açlığı unutsak da yalnız kalmaktan korktuğumuz için kalabalığı takip ettik. Korka korka arkadan yürüdüğümüz için yemek sırasının en sonunda el ele tutuşmuş birbirimize fısıldıyorduk. “Düşünüyorum da,” dedim, “yolda kaza geçirip öldüm de burası cehennem mi?” Dün sabahtan beri yaptığım her şeyi gözden geçirdim. Uçakta orta koltukta oturmuştum. İki yanımda bir kadın, bir erkek vardı. Mesajlarını gizlice okumuştum. Ne zaman otobüse, dolmuşa, uçağa binsem yanımdakilerin mesajını gizlice okuma huyum vardı. O gün de yazılı metinleri bile hatırlıyordum, kaza gibi bir şey hatırlamıyordum. Soruma biraz sessiz kalan Sibel de kendi yolculuğunu düşünüp, “Ben de gelirken kaza geçirdiğimi hatırlamıyorum,” dedi. Psikopatlar kampına mı çağrılmıştık, neydi bu gördüklerimiz? Seri katil yetiştirme yurdu muydu?
Yemek sırası bize gelmişti. Yığılı tepsilerden birer tane aldık. Etli yemekleri ikimiz de hızlıca geçtik. Mercimek çorbası, makarna, yoğurt ve meyve seçtik. Boş masalardan birine karşılıklı oturduk. Yemek yemeden önce masaları süzdük. Sarı topalı aradı gözümüz. Etrafta yoktu. İlk lokmayı ağzıma atınca acıktığımı fark ettim. Yedikçe iştahım arttı. Tabaklarımızı sildik süpürdük. Kabak tatlısı gözümüze ilişti. Kalktık iki tabak da ondan aldık, yedik. Karnımız doyunca uyku bastırdı. Aynı odaya çıkmaya karar verdik. Prefabrik tek katlı binanın birbirine bağlı koridorundan Sibel’in odasına gittik. Yatak genişti. İkimiz rahatlıkla sığdık.
Sibel, “Sabah erkenden çıkıp gidelim. Kahvaltı bile etmeyelim. Kalanlara da ne olursa olur, biz kendimizi kurtaralım,” dedi.
“Ben var ya bu korkuyla bavulumu bile almadan çıkıp giderim. Yeter ki şu topala yakalanmadan evimize gidelim,” dedim.
Birbirimize sarıldık. İçim bir hoş oldu. Yoksa bu benim şansım mıydı? Sibel’le aynı yatağı paylaşmamız için kaderin bir oyunu muydu? Lisedeyken de ondan hoşlanmıştım ama en yakın arkadaşım önce davranınca içimde bir sır olarak saklamıştım. Gençlik işte başkaları çıktı karşıma, unutmuştum. Şimdi Sibel’in sıcaklığı öyle güzel geliyordu ki. Ben böyle düşünürken o başını yastığa koyar koymaz uyumuştu. Çaresiz ben de uyudum. Gece yarısı iki metal cismin birbirine sürekli vurma sesiyle uyandık. Rüyamda evdeydim. Gürültüyle uyanınca Sibel’le birlikte uyuduğumu hatırladım. Odadan ayrılmamanın daha iyi olacağını düşünüyordum.
Sibel, “Olanlardan haberdar olmamız lazım, hadi kalkalım,” dedi.
Doğru söylüyordu. Başımıza gelecekleri önlemek için çevrede olanı biteni anlamamız lazımdı. Metalik vurma sesi devam ediyordu. Sese doğru koşar adımlarla indik. Yataklarından uyandırılmış kalabalık saçı başı dağınık, pijamalarıyla koşmuştu. Lobi denilebilecek yerde koltukların üzerine uzanmış adamı kalbinden vurmuşlardı. Herkesin öldürülme biçimleri birbirinden farklı olacaktı demek ki. Kalabalık telaşla cesedi incelerken Sarı saçlı, topal kadın Sibel’le ortamıza girip ikimizin koluna girdi.
“Benimle gelin,” dedi.
İtirazsız bizi yönlendirdiği yere gittik. Koridordan ilerledik. Bir odanın kapısını açtı. Girmemiz için eliyle işaret edip, “Buyurun,” dedi.
Sibel’le birbirimize baktık. İçeri girdik. Kahverengi tahta bir masanın duvarı arkasına almış ucunda siyah bir döner koltuk vardı. Bizim adımladığımız kısımda da siyah iki demir sandalye. Sandalyelere oturduk. Sarı da arkamızdan geldi. Bizi karşısına alan döner koltuğa oturdu. Koltuğu bir sağına, bir soluna döndürdükten sonra arkasına yaslandı.
“Hoş geldiniz, bu bir iş görüşmesi,” diye başladı.
Şaşkınca ona baktık, tek kelime edemedik. Masanın üzerinde bulduğu kalemle oynayarak başını öne eğdi, sonra tekrar bize baktı.
“Burası için insan mezbahanesi deyin, ne derseniz deyin. Burası azılı suçluların imha noktası! Sizin de yolunuz bir şekilde buraya düştü. O ilk gün gördüğünüz kesik başlar çocuklarını pazarlayan üvey anne ve öz babaydı. Ölüm şekilleri ancak öyle olmalıydı. Bugün kalbinden vurulan adam yaşlı annesine bakmamak için onu öldürüp eceliyle öldüğünü iddia eden kişiydi. Toplumda adalet yerini bulsun diye suçluları özenle seçip bir yolunu bulup buraya getiriyoruz. Siz geceleri sokaklarda güvenli yürüyesiniz diye durmadan çalışıyoruz ben ve ekibin diğer üyeleri.”
Sarı kadın konuşurken bizim ne işimiz var ki burada diye düşünüyordum. Çocukluğumdan beri hayatımı düşünüyordum. Ufak tefek hatalarım vardı ama buraya getirtilecek bir şey aklıma gelmedi. Sibel sakinliğini derin nefesleriyle sağlamaya çalışıyordu. Muhtemelen son günlerin modası, yogada uygulanan Pranayama denilen nefes tekniklerini deniyordu. Sarı kadınsa duyduklarımızı sindirmemiz için bekleye bekleye konuşmaya devam ediyordu.
“Sibel Hanım sizi patronunuzun karısı şikâyet etmiş. Evli bir adamla birlikte olmak elbette suç değil ama size iftira atmış. Lösemiden ölen tek çocuklarını sizin öldürdüğünüzü iddia etmiş. Ekibimiz yeni olduğu için iftirayı doğru zannetmiş. Suçsuzluğunuzu dosyaları son bir kez incelerken fark ettim. Sizi öldüremem. Bu kadar şey görmüşken de evinize gitmenize müsaade edemem. Kemal Bey siz de sadece suçlular için açtığımız bedava tatil anketine nasıl olduysa düşmüşsünüz. Keşke bedava verilen şeylere daha şüpheli baksaymışsınız. Artık olan olmuş, buradasınız. Dedim ya ekibimizin de kimi zayıf yönleri var. İkiniz için teklifim benimle çalışmanızdır. Ben bu kayak merkezinin müdürüyüm. Çalışanlarımızı hafif suçlular arasından cezasını tamamlamış olanları yetiştirerek seçiyorduk. İkiniz de zeki, donanımlısınız. Teklifimi kabul ederseniz tatil acentesinde çalışacakmış gibi düşünün kendinizi. Böyle cinayetleri görmeyeceksiniz. Kampın diğer tarafında çalışanlar için otel var, orada yaşayacaksınız. Kabul etmezseniz üzgünüm, sizi hiçbir şey olmamış gibi eve yollayamam. Burada esir gibi kalacaksınız. Bu anlattıklarımı birdenbire anlamanızı, kabul etmenizi beklemiyorum. Siz olanları iyice sindirin, düşünün. Bana kararınızı ertesi gün bildirirsiniz. Düşünme süreniz içerisinde size çay, kahve, yiyecek yollayacağım. Üzgünüm sizi burada kilitli tutmak zorundayım,” dedi ve hiçbir şey söylememize fırsat vermeden kapıyı çekip üzerimize kilitledi.
Sibel halen özel nefes teknikleriyle derin derin nefes alıyor, nefesini bir süre tutup bırakıyordu. Olanları sindirmek hiç kolay değildi. Tatil anketini doldurduğum anın görüntüsü zihnimde sabitlenmişti. Zamanı geri almak istiyordum, olmuyordu. Sarı kadının teklifini kabul etmekten başka çaremiz yoktu. Hem biz sadece tatil sitesi çalışanları olacaktık. Kanlı canlı insanlarla yüz yüze konuşmayacaktık ki. Kasaplığı başkası yapacaktı. Bizim gibi istisnalar haricindekiler de suçluymuş zaten. Eski düzenim gözümün önüne geldi. İşimi ve iş arkadaşlarımı özlemeyeceğim kesindi. İşimle ilgili tek iyi şey yıllık izin zamanıydı. Başkent Gaz’da fatura düzenlemesi yapacak başka biri muhakkak bulunurdu. Bir daha deniz tatili yapabilecek miydim? Sarı ertesi gün geldiğinde ben de kabul koşullarımı anlatmalıydım. Yıllık izin, deniz tatili, tiyatro, sinema gibi etkinliklere katılma hakkı. Kadın, otelde kalacaksınız demişti, kira derdinden kurtulurdum. Bari müsaade etse de eve gidip kıyafetlerimi alsam. Yeni yeni kazaklarımı hiç giyemedim. Ben dünden razıymışım bu işe de Sibel hiçbir şey konuşmuyordu. Patronu ve karısını düşündüğü belliydi.
Kendi kararımda netleşince, “Sibel ne yapalım, çalışmaktan başka çaremiz yokmuş gibi duruyor. İçimden bir ses intikam almaya çalışacağını söylüyor ama yapma. En azından şimdilik ertele. Sarının güvenini kazandıktan sonra alırsın intikamını. Hem patronun karısı senin öldüğüne inanmış olur,” dedim. Sibel’in yerinde olsam ben de intikam almayı düşünürdüm. Hiç değilse intikam düşüncesini ertelemeliydim. Yeni işte beraber düzen kursak daha iyi olurdu. Sonrası için Allah büyük, bakardık çaresine. Sibel’in sakinleşmesinde nefes teknikleri de işe yaramadı ki konuşmam biter bitmez elleriyle yüzünü kapatıp sarsıla sarsıla ağladı. Sarıldım, saçlarından öptüm. “Belki her şey eskisinden daha güzel olur, kim bilir?” dedim. Söylediklerime önce kendim inanmak isteyerek.
Zeynep Şahin
Comments