Hayvanlar, insanları yarattı ve sonra insanlarla baş edemedi.
Çünkü insanların tanrı yöneticileri vardı.
Gelinin ayağı, çobanın dayağı; koyun beşten, petek üçten; erkek devlet, dişi bereket. Ben ne dersem o olur, istediğim an gürbüz olur. Martta merek yarı gerek, mart mereği ayrı gerek. Haydi çocuklar, lülülülü ileri…
Çoban İdris elinde sopası ile koyunları karşıdan karşıya geçirdi. Önden iki tane beyaz, süslü, boyunları siyah, “Neri,” diye seslendiği olgun koyunlar eşlik ediyordu. Çoban, ıslık çaldığı an neriler hareketlenir, diğer koyunlar da onları takip ederdi. İdris’in belirlediği iyi otlaklardan olan geniş alana yayıldılar. Koyunları kavala alıştırmıştı. Kaval çalarken melodi hareketliyse koyunlar gitmeleri gerektiğini, yavaş melodiyse orada kalacaklarını biliyorlardı. Geniş alana yayıldıklarında, İdris kavalını çıkardı ve yavaş bir armoni tutturdu. Koyunlar otlanmaya başladılar. Sürü köpeği de en uzak noktada bekçilik yapıyordu. Geceye de yatak koçları koyunlar vardı. Gece aralarından koyun ayrılacak olursa yatak koçları İdris’i uyandırıyordu. İdris, yıllardır sistemi çok iyi kurmuştu. Onu sözünden hiç çıkılmaz, ne derse uyulurdu. Şöyle bir koyunlarına baktı. Bunları hep ben yarattım. Hepsi benim eserim… Şapkasını çıkardı, saçlarını geriye doğru eliyle bastırdı; yere attı kendini ve kafasının altına şapkasını koyup derin düşüncelere dalarak gökyüzüne baktı. Ceketinin cebine sıkıştırdığı kitabını da eline aldı.
“Bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir,’’ On dördüncü sayfanın arasına bir dal parçası koydu ve kitabı usulca kapatıp yanına bıraktı. Yattığı yerden doğruldu ve ceketinin iç cebinden yeşil, ince bir bez parçası çıkardı. Ayaklandı. Sürüsüne doğru yürüyordu. İçlerinden gözüne kestirdiği, iri kıyım, sağlıklı tüyleriyle ben buradayım diyen; Ali adını koyduğu koyunun kafasının arkasına bağladı. Kavalıyla hadi gidiyoruz melodisini de öttürdükten sonra önden iki neri, arkalarından yatak koçları ve diğerleri sürüyü takip ederek yola koyuldular.
Karşıdan karşıya geçerken, yeşil bez parçası bağladığı koyun az kalsın arabanın altında kalacaktı. İdris, son anda eliyle işaret yapıp arabanın önüne atladı. “Yavaş olsana be kardeşim! Görmüyor musun?” Eliyle sinir katsayısına ayak uyduran birkaç hareket daha yaptıktan sonra sakin olması gerektiğini düşündü, yumuşadı. “Bir çarpsaydın var ya, işte o zaman bu hayat cehennem olurdu sana…” Bunu duyan adam arabadan bir hışımla indi.
“Gel sen bakayım buraya. Nasıl olacakmış o?”
“Gözün benim kürkümde mi be güzel kardeşim! Tanrı seni korudu diyorum. Niye alevleniyorsun? Sakin ol.”
“Ne diyorsun sen ya! Yürü git, elimden bir kaza çıkmadan.”
“Ben alırım sadece bunların canını. Sen de farkındasın bu durumun.”
“Çattık ya!”
“Sakin ol, sükunetini koru. Tanrı seni korudu, ben de koyunlarımı. Tekrar karşılaşacağız elbet. Allah’ın yolundan ayrılma.”
“Sen kafayı yemişsin. Hadi al sürünü de kaybol.” Adam arabasına bindi ve yolun sol tarafından usulca geçip ilerledi. İdris, yine kendine has tiz sesiyle, lülülü diyerek tüm koyunları karşıdan karşıya geçirdi.
“Bir, iki, üç, dört… yirmi bir, yirmi iki… Yirmi dört. Nerde lan diğeri! Yirmi beş koyun olmalı.” Arkasına döndü baktı. Konuştuğu adam gözden kaybolmuştu. Sürüden geride kalan bir koyun da göremedi. Önden gitmiş olma ihtimalini düşündü ama nerileri geçip kafalarına göre gitmezlerdi. Gözü sürekli sağda solda kaybolan koyunu arıyordu. Bir süre tedirgin, muğlak düşüncelerle sessiz sedasız yürüdü. İleriden köy görünmüştü. Sağa doğru saptı. Yukarı doğru tırmanmaya başladılar. Sürüyü ağıla sokup tekrar sayacaktı. Kaybolduğundan emin olursa koyunu aramaya çıkacaktı. Belki de sürünün içinde olduğunu, göremediğini düşündü. İdris, köylüden epey uzak, dağın yamacında küçük bir kulübe yapmıştı kendisine. Tek başına orada yaşıyordu. Hemen yan tarafında da koyunların ağılı vardı. Ağıla yaklaştılar. “Lülülü! Girin bakayım içeri, hadi.” İdris de peşlerinden ağıla girdi. Koyunların hepsini tek tek saydı. Yirmi beş koyun vardı. Derin derin göğüs geçirdi. Rahatlamıştı. Eve girip biraz kestirmek istedi. Ağıldan çıkıp hemen yan taraftan evine girdi. Divana uzandı. Kısa sürede gözleri kapanmaya başladı.
İdris bembeyaz sisli bir yolda tek başına ilerliyor. Adımları yavaşlıyor ve karşısında bir silüet beliriyor. İdris’e bir kürk uzanıyor. İdris kürkü alıyor ve üstüne giyiyor, bir anda yüzü aydınlanıyor. “Bu senin en doğal hakkın İdris, diye bir ses duyuyor. Bir önceki konuşmamızda gözüne kestirdiğin koyuna yeşil bir bez bağla demiştim. İşte bu kürk, o koyunun derisinden yapıldı. İstediğin koyunun canını almak senin hakkındır. Bedenleriniz artık bütünleşebilir. Nasıl ben senin tanrınsam sen de onların tanrısısın. Senin gözlerindeki parıltı yakın zamanda tüm insanlığın aradığı ışık olacak. İdris’in yüzünde oluşan ışıltı ve gülümseme ile söze giriyor. Benim sürüme olan bağlılığım aşikâr… Altmış yıllık ömrümde tek bir kul hakkı bile yememek için, günah işleyebilecek düşüncelere büründüğüm yaştan bu yana yalnız yaşamaya başladım. Bana deli dediler. Varsın desinler. İdris’in yüzüne nur iniyor, resmen ışık saçıyor. İdris, sen sürünün yaratanısın. En ufak bir günah bile işlemedin. Bugün bu kürkü elinden almaya çalışan bir adamı tek bir hareketle durdurdun. İnsanlar da senin farkında, sadece hayvanlar değil.” İdris, duydukları karşısında ellerini açıyor ve gökyüzüne doğru haykırmaya başlıyor. Tiz bir ses çıkıyor. Gökyüzü aydınlanıyor. Her şeyin farkında olduğunu söylüyor. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyor. “İnsanlık için de bir şeyler yapmak boynumun borcudur,” diyebiliyor sadece. Üzerinde hissettiği yoğun enerji, İdris’i sersemletiyor. Başı dönüyor ama kısa sürede toparlayıp devam ediyor. “Bana göndereceğiniz vahiyleri insanlığa yaymak için sabırsızlanıyorum. Her gün sizden gelecek bir işareti bekliyorum. Peygamberliğim tüm canlılara bir armağan olacak. Koyunlarımı da cennetle müjdeleyeceğim... Bana bunu ihsan eyleyin!” İdris, üzerindeki enerjinin bir anda boyut değiştirmesiyle tebahhur ediyor.
İdris’in evinin kapısı çalmaya başladı. Güm güm güm… İdris gözünü açtığında divanda uyuyakaldığını fark etti. Heyecanla yerinden doğruldu ve kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında kimseyi göremedi. Kapının önünde duran ayakkabılarının üstüne basarak aşağıya indi. Sağına soluna bakındı ama kimse yoktu. Ağıla yöneldi ve kapısını açıp içeri daldı. Yeşil bez bağladığı koyunu zorla dışarı çıkarıyordu. Bu sırada kendisine kilitlenmiş başka bir koyunla göz göze kaldı.
“Gel sen bakalım şöyle.” Hemen yan tarafta koyunları kestiği, mezbaha olarak kullandığı yere götürdü. Eline bıçağı aldı. Kapı aralığından göz göze kaldığı diğer koyun çaresizce olanı biteni izliyordu. Bir anda deli dana gibi sağa sola koşturmaya başladı. Dağın yamacından aşağıya doğru kaçıyordu. İdris şok olmuştu ama odak noktası diğer koyun olduğundan pek de umursamadı. “Kaç bakalım. Allah’ın yolundan çıkanın sonu zulüm olurmuş…” İdris önündeki koyuna döndü, bıçağını koyunun üzerinde bir sağa bir sola hareket ettirdi. “Allah’ım senin söyleminle hakkım olanı alıyorum. Ya bismillah,” deyip koyunun kafasını kesti. Kanını akıtıp derisini yüzdü.
İdris, rüyalarında kendisiyle konuşan, tanrı olduğunu düşündüğü silüeti, bir nokta, bazan da bir karartı şeklinde, uyanıkken de görmeye başladı. Kapısı açık kalan ağıldan dışarı çıkan diğer koyunları tekrar ağıla sürerken, güneş tepede belirdi. Kendisine yaklaşan biri olduğunu hissine kapıldı. Dağ başında, küçücük kulübede tek başına yaşamaktan, doğanın içinden gelen doğal seslerle, kendi beyninde kurduğu yapay sesler birleşerek bir karartı halinde yaklaştı İdris’e. Fiziki bir varlık olduğundan neredeyse emindi. Güneş yüzüne yüzüne vuruyordu. Gaipten sesler duymaya başladı İdris. “Gücünü hor görme. Bu dünyaya fazlasın. İyi niyetin gün be gün artıyor. Burada miadını doldurdun, sen artık insanların habercisi olmalısın.” İdris’in tüyleri diken diken olmuştu. Karartı bir anda gökyüzüyle birleşip kayboldu. İdris bu sesleri duyduğundan emindi, ama bunu sorgulayabileceği tek bir kişi bile yoktu. Koyunlarına doğru baktı, içeri girdi. Yalağa su doldurdu. Ağılın kapısını kapattı. Koyunları tekrar saymaya başladı. Bir tanesinin olmadığını anımsadı. Neriler oradaydı. Yatak koçu koyuna çattı. “Seni başlarına takip edesin diye diktim. Sen ne işe yararsın? Git bul şunu.” Öfkeyle ağılın kapısını açıp dışarı çıktığı an hemen ağılın yanı başında bir adam belirdi. O da altmışlı yaşlarının başındaydı. Saç sakal birbirine karışmış, paçavra bir haldeydi. Elleri kanlıydı. Eliyle gözlerini ovuşturduğunda, yüzündeki hırpalanmış çizgilere de kan bulaştı. Yorgun olduğunu söyledi adam. Bir bardak su istedi. İdris, gökyüzüne baktı. “Artık sadece rüyalarımda olmadığını biliyordum,” diye mırıldandı. “Hay hay, buyur içeri sana bir bardak su ve biraz yemek vereceğim.” İçeri geçtiler. İdris, adama bir bardak su uzattı. Üç dilim ekmek, yanına bir dilim peynir, dört tane de zeytin koydu tabağa. Bunları da yersen toparlarsın. Sonra da çay yaparım sana. Adam önüne koyduğu ekmeği özenle eline aldı, koktu ve aynı özenle yerine bıraktı. Suyu da eline, yüzüne boca etti. Bir evi olmadığını, yolunu kaybettiğini, içindeki hislere göre buraya çıktığını söyledi. Sanki bir şeyler saklıyordu. Davranışlarından dolayı İdris şüphelenmişti ama pek üzerinde durmadı. Adam, bu köye ilk defa geldiğini söyledi. İdris, kendinden emin bir gülüş attı. Niye geldiğini ben çok iyi biliyorum. Sen gelmedin, gönderildin. Adam, İdris’e baktı, kafasını salladı ve tebessüm etti. İdris, sürekli şükretmeye başlamıştı. Bu çıkagelen adamı peygamberliğin ilk adımı olarak görüyordu. Adama burada kalabileceğini, artık buradaki koyunların tek sorumlusunun kendisi olduğunu söylediğinde adam duyduklarına inanamadı. Kulübeyi ve ağılı da kendisine bırakacağını söyledi. Birlikte kulübeden ayrıldılar. Ağıla geçtiler. İdris, koyunlarına su verdi. Günlük rutinlerini adama anlatmaya başladı. Nerilerin görevlerinden bahsetti. Yatak koçlarını, düzenini anlattı. Bekçi köpeğini tanıttı. Koyunların zamanı gelince bu hayata veda ettiklerini, canlarını da kendisinin aldığını, bunu tanrılarına daha yakın olması için yaptırıldığını söyledi. Asıl önemli olanın da koyunların cennetle müjdelenecek olmalarıydı. Sürekli, “İdris Aleyhisselam’ın koyunları da cennetle müjdelenecek,” deyip duruyordu. Bir yandan da saman yığınlarını alıp ağılı düzenliyordu. İşlerini bitirip dışarı çıktı, gökyüzüne baktı. İnce kırmızı bir çizgi gördü, kendisine doğru geldiği hissine kapıldı. Kulağını teğet geçip bir hışımla gökyüzüne doğru ilerledi, güneşe dokundu ve ufukta kayboldu…
Günler birbirini takip ediyordu. İdris, adamla üç gündür birlikte yaşıyordu. Adama da yerde bir döşek açmıştı. İdris’in rüyaları ile gerçekliği birbirine girmişti. Saçı sakalı iyice dağıtmış, harap bir halde takılıyordu. Sürekli adama bir şeyler anlatıyordu. Tanrının kendisiyle konuştuğundan ve isteklerini bir bir yaptığından bahsediyordu. İnsanlık için bir şeyler yapması gerektiği düşüncesi gitgide güçlü bir fikir olarak önce beynini sonra da tüm bedenini ele geçirmişti. Adam da gıkını çıkarmadan İdris’i dinliyordu.
İdris, dağ başında durmadan adama bir şeyler anlatıp bir oraya bir buraya yürüyordu. Akşam hava kararınca da kulübesine gelip sohbete devam ediyordu. Her günü böyle geçmeye başladı. Eskiden sadece rüyalarında gördüğünü düşündüğü için sık sık uykuya dalmak isterdi, şimdi neredeyse hiç uyumuyordu. Koyunlarla ilgilenmeyi de bıraktı. Ağılın kapısını açtı. Herkes kendi halinde takılıyordu. İdris her gün tanrıyla saatlerce sohbet ediyor sonra gelip adama insanlık dersi veriyordu. Maneviyat, güç; astronomi, tıp, dünya, yaşam, aidiyet, iletişim, yazı yazmak… Bir sürü konu ile ilgili söylemlerde bulunuyordu. Bunlar bittikten sonra da Allah’ın rahmet ve nimetini müjdeleyip, azabıyla da korkutmaktan geri kalmıyordu. Her gün aynı şeyleri anlatıyordu. Peygamberlerin sigara içmemesi, alkol almaması gerektiği, televizyon seyretmesinin doğru olmadığı; kumarla, oyunla, zinayla işi olmadığını söylerdi. O yüzden bu dağın yamacında yaşadığının altını ısrarla çizerdi. Allah’ın kendisini denediğinden ve peygamberliği layıkıyla yerine getirebileceğini test ettiğinden emindi. Kendisi hayatının en büyük sınavından geçiyordu…
İdris hiç uyumadı. Sabah alacası olmuştu. İçeri girdi. Döşekte yatan adamın üstünü örttü. Adam, İdris’in üç gün öncesinde koyduğu yiyeceklere dokunmamıştı. İdris onları kaldırıp yerine, bir parça ekmek, peynir ve süt koyup tekrar yanı başına bıraktı. Kulübeden ayrıldı. Üstüne bastığı ayakkabılarını ayağına geçirdi. Kendisine de yolluk hazırlamıştı. Bir buçuk litrelik su şişesini koyun derisiyle kaplamıştı. Kapağını açıp koca bir yudum aldı. Önce civar köylere sonra da kasabaya inecekti. “Bu sınavı da geçtim. İnsanlığa faydalı olacağım. Doğruyu göstereceğim,” diye mırıldandı. Gökyüzüne baktı; ufukta güneş tepenin ardında belirdi. Gözünü aldı. Hızla kendini göstermeye devam ediyordu. İdris’in gözleri güneşin şiddetinden kıpkızıl kesildi. Bir ürperti aldı İdris’i. Başı döndü. Bismillahirrahmanirrahim… Güneş tekrar yukarı çıktı ve yerini aldı. İdris kendine gelmişti.
Günler, haftalar, aylar birbirini takip etti. İdris, dağın yamacından yukarı doğru tırmanıyordu. Bir süre ilerledi. Ağıl görünmüştü. Ağıla göz gezdirdi. Bir tane bile koyun yoktu. Ellerini kavuşturup ovuşturdu, şuh bir tebessüm ile kulübeye doğru yöneldi. Kapıyı usulca ittirdi. Kapı yarı aralık kalmıştı. İçeri girdi. Her yerde koyun postu vardı. Yerlerde, duvara asılmış, kanepede, mutfakta, neredeyse evin her yerindeydi. Tek tek topladı hepsini. Koca koca poşetlere koyup alabildiğini sırtlandı. Kulübeden ayrıldı. Aşağı köye doğru yürüyordu. Köy meydanına geldi. Açtığı tezgâhın önüne geçti, postları özenle yerleştirdi. Kâğıt, kalemi eline aldı. Tanesi beş yüz lira yazdı ve postun birinin üstüne koydu. Akşam olmuştu. Kazandığı paraları saydı, cebine koydu. Epey para kazanmıştı. Yüzü gülüyordu. Tezgâhı kapattı. Köy meydanından yukarı doğru çıkarken aylar öncesinden kaybettiği koyunu görür gibi oldu. Heyecanlandı. Koyuna doğru yöneldiği sırada, güneş gözünü aldı. Gözleri karardı ve her yer küçük küçük lekeler halini aldı. Şiddetli bir sese dönüşerek güzel bir armoniyle kayboldular. Güneşin son ışıklarıyla çakal yağmuru, gökyüzünde dans ederken, doğanın sessiz çığlıkları toprakla bütünleşti. Derin bir nefes çekti içine, doğa aynı ritimde geri aldı verdiğini. İdris’in başı döndü ve olduğu yerde yığıldı kaldı.
İdris’in önünde bir kapı, sadece iğne deliği kadar aralanıyor. İçeriden öyle bir ses, öyle bir koku, öyle bir sıcaklık kopuyor ki geri çıkmak istiyor. Aylar öncesinde ağılın önünde karşısına çıkan adam beliriyor. İdris’i içeri çağırıyor. İdris, adamı durduruyor. Ben ne çok rivayetler biliyorum ama bu ölüm duyduğumdan çok daha zormuş; sanki bir koyunun derisini canlı canlı üzerinden soymak gibi… Sükûnet yerini dağdağa bırakıyor. “Ama ben Allah’ın peygamberiyim, benim yerim cennet,” diye haykırıyor İdris. Adam, İdris’i zorla kolundan içeri çekiyor. Bunun Allah’ın emri olduğunu söylüyor. İdris, ölüm meleğine engel olamıyor. Gaipten sesler yankılanıyor etrafında...
İnsanlar ölümlü tanrılar,
Tanrılar ölümsüz insanlardır.
Ruh, ateş ve havayla beslenir, beden ise su ve toprakla. Beşinci parçadır zihin; ışıktan gelen ve sadece insana bahşedilen…
Çağdaş Çelik
Comments