Öykü- Özgenaz Ürekli- Ustaca Geçiştirmeler ve Yeşillikler
- İshakEdebiyat
- 4 gün önce
- 4 dakikada okunur
Plan bozuldu. Teslim tarihi için bugünü vermişti. İki kısa cümle kurup kapattık telefonu. Elimdeki makbuza bakıyorum. Yazılanlarda bir yanlışlık yok. İmzası var. Kaşesi var. Adım, soyadım, ürün bilgisiyle alt alta duruyor. Adresim yok, onun yerine sadece ilçe kısmı doldurulmuş. Kuru ve acele bir sesle telefonu yüzüme kapattı. Yanında müşterisi varmış. Beni daha sonra arayıp bilgilendirecekmiş. Tamam dedim. Sizden haber bekliyorum. Bu, yaklaşık bir aydır sürüyor. İkinci mi üçüncü mü teslim tarihinin ertelenişi, hatırlamıyorum. Aslında hatırlıyorum ama unutmuş gibi yapmak işime geliyor. Dolap gelecek mi? Ha bugün ha yarın derken yoksa halen daha hazır değil mi? Hazır değilse hangi aşamada? Cilası mı kaldı? Rafları mı oturmadı? Kapakları mı eksik? Yoksa lanet olası kulpları mı takılmadı? Hiçbirini bilmiyorum. Zaman geçtikçe bilmediğim şeyler artıyor. Bir dolabın nasıl yapılacağını öğrenmemek işten değil. Her bir şeyi kendim yapacaksam ne diye başkalarından medet umuyorum? Kendim falan uğraşmayacağım. Gelecek o dolap. Uzun uzun seyredeceğim. Defalarca açıp kapatacağım. Kapakları yıllar geçmeden aşınacak. Ses çıkartacak. Öyle bir noktadayım ki parasını verip vermememin önemi kalmadı. Ardından yitip gidecek olsam da bekleyeceğim. Beklemenin en pis tarafı bir zaman sonra bağlamından kopup neyi beklediğini dahi unutmaya evrilmesi. Bir nevi amacından sapış… Ve tüm çevresel koşullardan bağımsızlaşıp o saplantılı vaziyette durmak, durabilmek.
Sabah daha bir umutluydum. Gözünü açıp güneşi görünce umut etmek en kolayı. Asıl geceleri denemeli. Kıvrım kıvrım kıvranarak yine de güzel haberlere uyanmayı dilemeyi. Hele ki geçen hafta hiç böyle değildim. Makbuzun üzerindeki tarihe bakıp sadece bir haftalık bir gecikme varken kendimi avutabiliyordum. Şimdi mesai bitmekteyken onun da elimden gittiğini görüyorum. Terziye sipariş verdiğim pantolonlarda da aynısı olmuştu. Güya bir bilemedin iki haftaya elimdeydi. Dediği günün iş çıkışıydı. Dükkâna uğradım ve terzinin henüz daha başlamadığını öğrendim. Birkaç hafta sonra hazırdı. Bu sefer de ben geç teslim aldım. Parasını ödemiştim nasılsa. Terzi kadın bir zahmet askıda tutsun, her gün ben gelecek miyim diye ummasını istemiştim. Kafama estiğinde hiç haber vermeden gidip almıştım. Zafer naraları atacağımı sanarak. Hiç konuşmadan, emeği için teşekkürlerimi iletmeyi saymazsak, oradan ayrılmıştım. Hızlı hızlı yürüdüm. Artık adımlarımın beklemeye tahammülü yoktu. Eve döndüm. Eleştirip memnun olmamak için ellerimi sıvazlarken kıyafetleri üzerimde denedim. Ne bir potluk ne de dikişinde eğrilik vardı, beğenmiştim. Uslanmadım. Ders falan almadım. Kumaş pazarına giden karıma başka kumaşlar aldırdım. Renk renk, pamuklu. Desenli değil, sade. Yeni bir şeyler daha diktirdim. Birtakım gecikmeler daha yaşattım kendime. Alıştım sanmıştım bu bekleyişlere. Meğer öyle değilmiş. Mobilyacıyla adeta duvara tosladım. O patlaması için ortada hiçbir sebep yokken günün birinde canına tak edip gerilimi artınca patlayıveren duşakabin camlarından beterim.
Bir mesaj geliyor. Karım dolabın gelip gelmediğini soruyor. “Yok, bugün değilmiş,” diyerek cevaplıyorum. Anlayamadığım bir biçimde karım için bu cevap yeterli gelmiyor, mesajı okur okumaz arıyor. Aramızda, kendi cümlelerimi duymadığım şöyle bir konuşma geçiyor.
“Alo Serhat, hayatım niye gelmiyormuş ya?”
…
“Anlamadım. Bugün gelecekti hani! Kapattı mı bir de meşgulüm ayağına telefonu?”
…
“Sen aramasını bekleme istersen. Birazdan tekrar yokla. Arka oda karman çorman oldu. Ne demek daha hazır değilmiş canım! Herkesin işi var gücü var. Tüm gün seni evde ağaç etti.”
…
“Ara sen ara. Sıkıştır.”
…
“Ben de öptüm canım. Gelişmelerden haberdar edersin.”
Ona göre mobilyacıdan tarafmışım gibi mi gözüküyorum acaba? Kendime dahi itiraf edemesem de karımla mobilyacı arasında mı kalıyorum yoksa? Dolabın gecikeceğini izah ederken boşluğa düşüyorum. Akşama yemekte biber dolması olduğu aklıma geliyor. Karımın dolma içini biberlere tek tek koyuşu esnasında nasıl oluyor da biberlerin tam yettiği hiç harcın artmadığına şaşırdığımı söylediğimdeki o gururlu gülümsemesini başka daha ne için duyumsardı acaba? İç harç ve biber sayısının tutmasına gurur duyduğu kadar benim üzerimden de gülümsesin istiyorum. Mobilyacıyı dövmem de onu gururlandıracaksa hemen şu an yola çıkıp atölyeye varmam kaç dakika alacağını hesaplıyorum. Gittisi geldisi bir saati bulacağından çoktan o sürede karımın eve varacaktır. Sonucunda hepten dolaptan olacağız. Üstelik bu karımı güldürmekten öte bana karşı hınçla dolduracağından fikrimden vazgeçiyorum. Aynen dediği gibi ağaç gibi dikiliyorum. Arka odada. Bizden önceki kiracının çocuk odası diye kullandığını fark ediyorum. Kapının arkasında iki küçük at resmiyle göz göze geliyoruz. Atlar da benimle aynı fikirde. Gülümsüyor. Atölyenin yerini hatırlayıp hatırlamadığımı kendime soruyorum. Talaş doluydu etraf. Belki toz zerreciklerinin yerini dahi onlar almış gibi pusluydu mobilyacının yüksek tavanlı atölyesi. Oğlu ya da çırağı olmalı, bizi gürbüz bir delikanlı karşılamıştı. Burası girdiğimiz ikinci yerdi. Heyecanla, “Fiyatta anlaşırsak ötekine geri gitmem, iş senin usta,” demiş ve közdeki rekabeti canlandırmıştım. Ne zaman biteceğiniyse sormadım. Daha doğrusu sormama fırsat verilmemiş, şimdi anlamlandırıyorum. Oğlan elime bir sipariş föyü tutuşturup arka kapıdan çıkmıştı.
Beklemekle ilgili bir derdim yok. Esas kavgam kontrolün kayıp gitmesine (ki bu hangi konuda olursa olsun kontrol edilecek bir şey mutlaka vardır) alışmak galiba. Galibası fazla. Tam olarak budur. Pekâlâ, hepsi o değil. Yüzde sekseni öyle olsa yirmisi geçiştirildiğimi düşündüğümden gelen ızdırabımdır. Geçiştirilmemin önüne geçemeyeceğimi bilmek en nihayetinde kontrolümü kaybetmektir. O yüzden yirmi, ızdırabın oranına çok bile.
Marangozu dövmekten vazgeçince geriye yemek hazırlamaya devam etmekten başka bir seçenek kalmıyor. Buzdolabından süzme yoğurt çıkartıyorum. Biraz sulandırıp dolmanın yanında servis etmek üzere çukur bir kâseye aktarıyorum. Tezgâhtan yıkanmış kıvırcık ve dereotunun kokusu geliyor. Yeşilliklerin fazlasını, yemeyi beklerken bozulmaması için üretilen plastik kaplara koyuyorum. Onlar da bekliyor, bir şeyleri. Bizim gibi. Biz derken karım, eskiden çocuk odası olarak kullanılan odanın kapısındaki sevimli atlar ve ben. Herkes kendi kabında, yerinde. Ben evimde, nöbetteyim. Öbek öbek ama incitmeden elime alıyorum, bir ferahlıyorum. Koku iyiden iyiye yayılıyor. Sadece sen değil başkalarının da seninle aynısını yaşadığını bilmekten gelen o rahatlamamdan utanmıyorum. Bu aralar, belki de daima, dünya âleminde olanlardan her bir kişinin insanlık adına utanması gerektiğini çok duyduğumdan yetmiyor siyah ekran üstüne yazıyla okuduğumdan utanacak ne varsa hepsine kayıtsız kalındığının kanlı canlı örneği oluveriyorum. Bir mesaj daha geliyor ve ekran kilidini açıyorum.
“Konuşamadık Serhat Bey. Ben karşıda montajdayım. Çocuk arayacak sizi. Adresinizi bilememiş, tarif edersiniz.”
Yeşilliklerin kokusunu içime çekiyorum. Derin bir nefes alıyorum. Tamam diyorum. Bekliyorum. Birinci tekil şahsı siliyorum. Ve tekrar yazıyorum. Bekliyoruz.
Özgenaz Ürekli
Commentaires