top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Şeyda Başer Eroğlu Yazdı- Objet Petit A

Gökhan Yılmaz’ın “Biraz Kuşlar Azıcık Allah”, “İkiye Kadar Sayamamak”, “Hevesin Kaçış Yönü”nden sonra dördüncü durağı “Boşlukdikeni”. İlk bakışta boşluk ve diken kelimelerinin basit bir anlamı olmadığını fark ediyor, öyküleri okudukça bireyin içine düştüğü boşlukların zamanla onun hayatının diğer dönemlerinde nasıl rahatsız edici bir varlık olarak somutlaşabildiğini görüyorum. Eserin bütününde bu tema işlense de ben daha çok tek bir öyküyle eseri yorumlayacağım. Yapı Kredi Yayınları’ndan Murat Yalçın editörlüğünde çıkan on dört öyküden müteşekkil eserin ilk öyküsü “Çıkrığı Yok Bir Kuyu”. Öyküye değinmeden önce sizi, ona alt yapı sağladığını düşündüğüm Yahya Kemal’in belki en kapalı şiiri “Mehlikâ Sultan”ın ilk dörtlüğüyle buluşturmak istiyorum.

“Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı:

Mehlikâ Sultan'a âşık yedi genç

Kara sevdalı birer âşıktı.”

Şimdi de Yılmaz’ın “Çıkrığı Yok Bir Kuyu” öyküsünün giriş cümlelerine bakalım.

“Yediydiler.

Gençtiler. Gençlikleri yokuş yukarı akmayan bir su.

Geçmişlerinden sızan karanlık, yarınlarını görmelerine engeldi.

Korkuluydu gözleri, dökülüyordu suya.

Böyle not almıştı uzman, yatmıştı pusuya.” (s.9)



“Mehlikâ Sultan” şiirini okuyanlar her şeyden önce onun üst katmanda bir aşk masalı olduğunu bilirler. Genel bir ifadeyle söyleyecek olursam kurmaca metinlerdeki kahramanın yolculuğunda olduğu gibi şiirde de aşığın, sevgiliye kavuşmak için bir yolculuğa çıkması, bu yolculukta kahramanın yaşadığı olaylar, olağanüstü birtakım gelişmeler, aşması gereken Kafdağı, içine düşmekten korkulan yahut çıkılması gereken kuyular, çözülmeyi bekleyen muammalar ve rüya gibi pek çok şeyin kelimeler vasıtasıyla okura bunun bir masal olduğunu anlatmak. “Mehlikâ Sultan”ı bu bağlamda değerlendirirsek klasik edebiyattaki mesnevi gibi bir olay örgüsüne sahip olduğunu görürüz. Başka bir açıdan halk edebiyatı içerisindeki âşık geleneğinde rüyadan sonraki bade içme aşamasına da ulaşmak mümkün. Âşık daha önce hiç tanınmadığı bir güzeli rüyasında gördükten sonra ona kavuşma arzusuyla yollara düşer. Böylece Lacan’ın değimiyle sevgili objet petit a, ulaşılmaz arzu nesnesidir artık. Fakat şairlerin gerçekliği kurmaca gerçeklikten daha sarsıcı, bu gerçekliği yansıtma becerileri daha ayrıcalıklı olduğundan (bu benim görüşüm) buradaki arzu nesnesi rüyadan başka şey değil. Yedi genç adamı peşinden sürükleyen arzu, ne kadar süreceği belli olmayan, bilinmezliklerle dolu bu yolculukta Mehlikâ Sultan’ı öteki olarak konumluyor. Rüyayla açılan şiir bana biraz da Freud’un rüyayı bilinçdışında var olan arzuların ifadesi olarak tanımladığı rüya kavramını hatırlatıyor. Aynı zamanda Mehlikâ Sultan’ın kadın olması “sevgili” konumunun yanı sıra “anne”ye, “anne karnına” dönme şeklinde de yorumlanabilir. Frued’un yanında bütün arzularımızın kökeninde anneye duyulan arzunun olduğunu ifade eden Lacan da rüyaların bu sebeple tesadüf olmadığını savunuyor.

Yılmaz’ın “Çıkrığı Yok Bir Kuyu” öyküsünde karakterlerin içindeki boşluğun çocuklukta meydana gelen olaylarla yetişkinlikte yeni anlamlar kazanması yukarıda saydıklarımla örtüşüyor. Epigraftaki “Geçmişlerinden sızan karanlık, yarınlarını görmelerine engeldi,” cümlesi tam da bu nedenle kurulmuş.

İsimlerin yalnızca harflerle belirlendiği ilk kişi M’nin çocuk aklıyla kardeşini yaşatmak isterken onun ölümüne neden olması öykünün ilk boşluğunu açıyor. E, dört kızdan sonra hasretle beklenen erkek çocuk fakat babasının sonu oluyor. H, hasta annesinin sevgisini kazanmak için sakladığı ilaçlar yüzünden onu kaybediyor. L, kuşlar gibi uçmaya özenirken arkadaşının ölümüne sebep oluyor. İ, yalnızca bir şakanın kurbanıyken K, dedesinin mutluluğunu yorumlayamadığı, A ise bir keşfin sonucunu düşünemediği için hayatlarında derin boşluklar açıyorlar. Bilinçsizce neden oldukları kötücül eylemler yüzünden hayatlarının geri kalanını yaralı geçiren bu insanlar Gökhan Yılmaz’ın ithafında değindiği gibi boşlukta yaralananlar aslında. Karakterler geçmişin dehlizlerinde gezinirken hem kendileriyle yüzleşiyor hem de bu boşlukta yeniden anlam kazanmaya çalışıyorlar. Harfleri birleştirince karakterlerin her birinin kurtulmaya çalıştığı o boşluk ya da belki de aradıkları objet petit a MEHLİKA karşımıza çıkıyor.

Yılmaz ilk kitabından itibaren üslubunu bulmuş bir yazar. “Boşlukdikeni” bana Orhan Duru’nun devrik cümlelerini anımsatsa da secileri ve şiirselliği bakımından özgün. “Sordular, nedir bu, hayırdır. Dedi, karışmayın, ömrüm azdır. Baharın tersi ayazdır. Dediler, susalım becerebilirsek. Dediler, ne yapalım, atamızdır.” (s.15) Alışılmamış bağdaştırmalardan oluşan “…sırtında kuruyan bir şüphe” (s.9), “Bir annenin rahmine ısrar edince kalbi kalır mıydı hiç?” (s.10), “Annesinin dişleri yorganın beyazından sızıp geliyordu bazı geceler.” (s.11), “… bir gülüşle kamçılamıştı arkadaşını.” (s.12), “Diline ıslık etmişti ağız dolusu sıkıntıyı.” (s.13) gibi cümleler ve ifadeler yazarı özgün kılan başka bir unsur.


Kimi yerde üst üste gelen bağlaçlar “… ömrüne yayılan bir avuç yastık karasını unutmada direndi de çocukluğu; içine düşen sesler, boğazlanmış hevesler, yaralayan bakışlar evirip çevirdi de koyup durdu gerçeği önüne. Zaman, elini kolunu büyüttü de kalbini bıraktı küçücük.” (s.10) ya da “Oğlanın koltukta sıralanmış ablaları dudaklarını ısırmada. Anne vaktinde ayrılmış kemiklerini oracıkta bulmada. Gerbera halıya bir güzel kız yayılmada.” (s.11) cümlelerinde şimdiki zaman yerine kullanılan -mada eki okuru yavaşlatıyor.

Bazı metinlerde okur kendini hikâyenin akışına kaptırmışken araya giren genellemeler olmasaymış diye düşünüyorum. “Çıkrığı Yok Bir Kuyu”da “İnsan aslında yıkılmaya başladığı an bir şeyleri yapmakla meşguldür kafasında. Haberi yoktur yıkıntısından, yıkılacağından. (s.9), “Renk Ayar”ında “İnsan hatırlanmadıkça esmerleşir, kararır. Herkes biraz esmerdir.” (s.24) cümleleri bu genellemelere örnek olabilir.

Eserin genelinde boşluk hem düşülen bir yer hem kurtuluş. Kirletilmiş bir kadının boşluğa çekilişi, aynı zamanda ana rahmine dönme ve ölüm itkisi olabiliyor. Oyuklar, mağaralar, çukurlar, torbalar, yokluklar ve örtüler bana bir yerde mağarayı anımsatıp bireyin güvenlik arayışının en ilkel göstergesi gibi geliyor, bireyin çoğu zaman kendisinin bile farkında olmadığı korkuların, duyguların, önyargıların yeri. Campbell’ın da dediği gibi balığın karnı, kuyu bireyin aşması gereken ilk eşik, insanın değişip/dönüştüğü yeniden doğduğu mitolojik bir ana rahmi. Sonra aklıma Mesnevi geliyor. Kuyu ağzını açmış Yusuf’u yutmaya hazır ejderha ama aynı zamanda yeniden doğuran ayna. Neyse şimdi oraya hiç girmeyeyim. “Boşlukdiken”i edebi bir lezzetle okuduğum yılın ilk kitabı oldu. Yılmaz’ın bir sonraki eserini merakla bekliyorum.


Şeyda Başer Eroğlu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page